21 Aralık 2013

LA MİNÖR


Kendimizi şanslı hissettiğimiz günler vardır ya... Her şeyin yolunda gittiği, kuşların kanatlarını özgürce açtığı, yürüyüşlerimizin melodilere dönüştüğü, duygularımızın bedenimize tam geldiği... Hepsi bir anda nasıl yok oluverir dersin? Heyecanın kırılması kadar somut bir duygu tatmamıştım dersin o an. Lokmaların kursağımızda kalması gibidir bazen. Ya öksürüp dışarı atarsın ya da bir bardak soğuk suyla hazmetmeye çalışırsın. Hangisi daha iyi henüz anlayabilmiş değilim. 

Atsan bir türlü yutsan bir türlü bazı konular. "Zamana bırakma" diye bir kavram uydurmuşuz böyle anlara. Bedenimize uysun diye uğraşıyoruz. Dar geliyor bu kavram bana dar geliyor...Zamanıma uymuyor ruhuma dar geliyor. Eşleyemiyorum bir türlü hevesi kırılmış yarım kalmış heyecanlarımı... Dizginleyemiyorum içimde kopan fırtınaları. Boyun eğmek istemiyorum haksızlıklara, tek taraflı bakış açılarına, empatiden yoksun insanlarla aynı havayı solumak zor geliyor. 

"Değişim" insanlar için çok yönlü olmalı. Gregor Samsa'nın dönüşümü gibi olmalı belki de. Anlayabilmeli insan elindekinin kıymetini. Tabii kaybedince neye yarar bu değer. Azalmaz mı her kayıpta? Baştan anlamalı o zaman. Bilincinde olmalı her şeyin. Açık oynamalı kartları. Sözcükler ardına saklanmamalı. İçimizdeki incileri erişilmez diplere sürüklememeli. Sunmalı, en güzellerini... Hak edenin avuçlarında değerlerini bulmalı...

Belki de makus kaderimiz bir "la minör" ile değişmiştir. (Bkz. Angie ) Kayıp bir şarkının ilk melodilerindeki heyecan kadar huzur ve umutla yoğrulmuşuzdur bir zamanlar. Masumiyet dediğimiz şey kaybolmamıştır belki de. Sırtımızı çevirdiğimiz yönde olsa gerek! Çıkarmaya cesaret edemediğimiz bir yerde...  Eskimeye yüz tutmuş o kelimelerin girdabında kaybolmuştur belki de... Ya da "hiç"lik denizinin dibini boylamıştır da çoktan haberimiz bile olmamıştır.

Velhasıl hep başkalarında olan "şans" dediğimiz şey, bir gün kadar yakındır ya da sönmüş bir yıldızın parıltısı kadar uzak....

 La minör ile başlayan şarkının bana getirdiği şans kadar parmaklarımın ucundadır hayat. Yeterki  dar gelmesin zaman!

Aylin ALAGÖZ/ Aralık 2013

20 Kasım 2013

ÜÇ YAĞMUR TANESİ




Hayattan çaldığı üç yağmur tanesini çizik çizik olmuş, yıpranmış, rengi griden siyaha dönmeye yüz tutmuş ufacık ellerinde sıkıca tutuyordu. Avucunu açsa uçup gidecekti tanecikler bilmediği o ıssız diyarlara. Dönüşü olmayan dağların ardına kaç tanesini göndermişti bu güne kadar. Nefesini bir düzene oturtmaya çalışırken zamanın tiktakları ileriye doğru işliyordu işte. Zamanı durdurup içinde kilometrelerce koşmak isterdi. Havadaki kuşun kanadına dokunmak, denizdeki balığın tenini hissetmek, rüzgarın yönsüz oluşuna şahit olmak, güneşin hep aynı sıcaklıkta hep aynı yerde ona gülümsemesini izlemek, uçurtmaların hep göklerde kaldığı bir dünyayla buluşmak, ağlayan insanların gözyaşlarını silip, gülümseyenlerinkini sonsuz kılmak...

Avuçlarında yağmur taneciklerini sıkıca tutarken yüreğinin ibresini başka yöne çevirdi. Hayallerinin ve sonu olmayan hikayelerinin naif dünyasına...Güçlü gibi görünen yanlarının, eksik ve hatalarla dolu oluşuna... Doğru sandıklarının aynı zamanda binlerce yanlış barındırmasına... Ön yargılarından oluşmuş kalıp yargılarına... İçindeki büyüyemeyen duygusal çocuğa...Kötülüklerin insanların devamlı çalışan bir organı olmasına... Hayretlerin planlanmış ucuz hikayeler oluşuna...

Anlama yetisinden uzaklaşmıştı bugünlerde. Gözlemliyordu elindeki üç yağmur tanesiyle etrafını..Kendini, insanları, yaşadığı hayatı...Bıraksa yok olacaktı sanki her şey. Yer yarılacak ve kaybolacaktı gerçek sandığı her şey. Tutunduğu dalların kurumasına izin verir mi insan? Yaşamaya (ç)alıştığı hayatını bırakabilir mi hemen? Bukalemun gibi her renge sahip hepsine ait olabilir mi isteyince?...

 "J'ai tout oublie" şarkısı çalarken yüzündeki belirsiz gülümseme, yanaklarında oluşan o muhteşem enerji gibi olsaydı yaşamı. Söylenen her kötü sözü unutabilseydi ruhu... Planlı plansızlıkların içinde özel anları barındıran, dingin, özgün, her sabah uyanmak için can atan bir bedene kavuşsaydı... Şarkıların içimizi doldurduğu gibi olsaydı herkes. Sohbetler muazzam, arkadaşlıklar eşsiz olsaydı...

Bitmeyen bir rüya tasarlasaydı elindeki üç yağmur tanesiyle: Sen, ben, biz olsaydık bu tanecikler... Ve çok sevdiklerimiz bizi hiçbir zaman bırakmasaydı...



Aylin ALAGÖZ/ Kasım 2013

1 Ekim 2013

O AKŞAM



Bir sonbahar akşamında ışığın çekilmesiyle beraber renklerin yoğunluğundan arındığını, gri tonlarının loş bir görüntüye büründüğünü duyumsadı . Serin rüzgar tanecikleri teninde dolaşırken ayakları bilmediği bir huzura doğru yola çıkmışlardı bile. Heyecanla hızlanan adımları, aşkla çarpan yüreğinin ritmine uymaya çalıştı. İçindeki orkestrada çok sesli bir konser vardı şimdi. Hayallerinin ve hikayelerinin naif dünyasında ikamet etmeyi, sert kasırgalarla ve "yorucu beyin" lerle dolu gerçek hayata yeğlerdi.

"Çok sevmek" onun sınır noktasıydı artık. Fazla anlam yükleyerek abarttığı eşya ve insanları bir parmak şakırtsında yok etmeyi öğretmişti ona hayat. Sonra önüne serilen milyonlarca yoldan birkaçını hooop diye seçivermişti o akşam. İçindeki yaratıcılıktan birer parça kullanarak ve "güven" konusunda bencil olarak çıkmıştı bu yollara. Sonunu tahmin edemediği bu seçim elinde üç anahtar bırakmıştı şimdi. Ne yapacaktı onlarla ? Önce hangi kapıları açtığını bulmalı ve sonra açıp açmayacağına karar vermeliydi. İşte o akşam not defterine şu soruları yazdı:

 Hayat mıydı zor olan, seçimler mi?
 Hayatı çekilmez kılan hayat mı insanlar mı?
 Bencillikler ne zaman işe yarar?
 Duyarsız olmak bize ne kaybettirir?
 Aşk bir hormon bozukluğuysa tedavi edilmeli mi? 
 Hayatı akışına bıraktığımızda neden taktikler daha cazipmiş gibi gelir?
 Kötü olmaya meyilli olmak genlerden mi gelir?
 Acaba ruhum gerçekte kaç yaşında?

Yorgun gözlerinin esiri olarak kapattı defterini bir hamlede. Aynada göz bebeklerine baktı. Hayallerini hissetti ve dokundu geleceğe. Sıradan bir hikaye geldi aklına, uzaklaşırken gecenin renkleri o akşam...

Aylin ALAGÖZ / Ekim 2013

13 Ağustos 2013

SOFİSTİKE


Kayboldu...
Mercanlardan süzülen eşsiz akıntıda,
Yüzüne çarpan güneş taneciklerinde,
Dalgaların köpürerek iç içe geçişinde.

Kayboldu...
Bir ormanın koyu yeşil tonlarında,
Toprağa bulanan buğday renkli teninde,
Geri dönüşü olmayan bir seyahat biletinde.

Kayboldu...
Kendini ararken şehrin kaldırımlarında,
Dükkanlardan sızan mor ışıltılarda,
Şehrin tarih kokan ücralarında.

Kendini buldu...
Uyurken bir çocuğun yanında,
Dokunurken bir menekşeye,
Geçmiş günlerin parlayan hayallerinde.

Kendini buldu...
Karanlıkta var olan yıldızlarda,
Rüzgarın tenine deyişindeki ürpertide,
Yosun kokusuna bulanmış sofistike düşlerinde.

Aylin ALAGÖZ/ 2013

17 Temmuz 2013

PANORMUS

Sıradan bir gün başlıyordu onun için. Her zamanki gibi yatağın içinde fazladan zaman geçirdi ve uyuşmuş zihnini toparlamaya gayret etti. Bulanık gören gözlerini pencereye dikerek sol eliyle komodinin üzerindeki iri, siyah çerçeveli gözlüğüne uzandı. El yordamıyla gözlüğünü bulup burnunun üzerine yerleştirdi. Çabuk bir hamleyle zıplarcasına yataktan kalktı. Yatağın sol tarafından kalkmak ona huzur veriyordu. Her taşındığı evde yatağını sağ duvara dayar ve mutlaka solundan kalkardı. Takıntılı biri olduğunu düşünmezdi. Her insan kadar saplantıları vardı, o kadar.

Aynada, yorgun yüzüne ve derin çizgilerine baktı. Yıllar çocuklukta yavaş geçiyor gibiydi ve son yıllarda epey bir hızlanmıştı onun için. Planlarını zamanın süpürgesi süpürüvermişti ve geriye sadece beklemek kalmıştı. Yüzüne soğuk suyu çarparken damlacıklar etrafa sıçrıyordu. Girdiği her yolun, yol ayrımlarının çoğalarak içinden çıkılmaz bir yolculuğa dönüşmesi gibi.

Saçlarını özenle taradı ve her gün yaptığı gibi arkadan minik bir tokayla tutturdu. Mor elbisesinin üzerine krem rengi işlemeli hırkasını giydi. Soft çorabını özenle giyerek krem rengi rugan babetlerini ayaklarına geçirdi. Geceden hazırladığı sandviçi çantasına koydu. Fotoğraf makinesini ve şehir haritasını da kontrol ettikten sonra kapıyı çekti ve küf kokan kalabalık sokaktaki hayata karıştı.

Buraya yerleşeli daha bir ay olmuştu ve neredeyse keşfetmek için hiç sokağa çıkmamıştı. Alışmak onun için zordu ve hayli zaman alıyordu. Yeni iş, yeni ev, yeni arkadaşlar ve yepyeni bir ülke... Adeta yeni doğmuş bir bebek gibiydi burada. Bir ayını evle iş yeri arasında geçirmiş ve bu şehrin tarihi ve yaşantısı ile ilgili araştırmalar yapmıştı. Daha doğrusu kendisi için "uyum çalışmaları " da denilebilir.

Antik Yunanlılar tarafından Panormus olarak adlandırılan bir kentteydi. Panormus, liman anlamına geliyordu. Epey eski ve zengin bir tarihe sahipti bu kent. Tıpkı İstanbul gibi birçok uygarlığın evi olmuştu burası. Roma ve Bizans'ın ruhunun dokunduğu bir sürü yapı vardı bu kentte. Bazıları hayli ürkütücüydü doğrusu...Porta Nuova şehir kapısındaki heykeller ona ortaçağdaymış hissi veriyordu. Kolları kopmuş heykeller canlı gibi ona bakıyordu sanki. Ellerini bağlayanlar da onu tedirgin etmeye yetiyordu. Lunaparktaki korku tünellerinin girişi gibiydi burası. Kasvetli, ruh daraltıcı...

Deklanşöre art arda defalarca bastı ve gördüğü her şeyi fotoğraflamaya özen gösterdi. Buradaki insanlar tablolardan fırlamış gibiydi. Çoğu da sıcakkanlıydı ona göre. Eskimiş sokaklarda eğreti duruyorlardı biraz. Saatlerce yürümekten başı dönmüştü. Labirentten farksızdı burası. Sokakta bir yere oturup bir kadeh şarap içti. Ne de olsa Sicilya bölgesi şarapları ile ünlü bir yerdi. Soluklandıktan sonra ara sokaklardaki gezintisine devam etti.

Arkasında bir gölge ya da bir nefes hissediyordu. Tam başını çevirecekken yok olan bir his. Umursamazlıktan geldi. Aklı bazen böyle oyunlar oynardı ona. Yere kazınmış bir yazı dikkatini çekti ve fotoğraf makinesini çantasından çıkararak hemen fotoğrafını çekti. Makineden çektiği fotoğrafa baktı ve gözlerine inanamadı. Yazı yoktu! Şarap onu çarpmış olabilir miydi! Alt üstü bir kadeh içmişti. Bu imkansızdı! Çıplak gözle yazıya tekrar odaklanmaya çalıştı. Yazı bulanmaya, beyni uyuşmaya başladı. Bayılacağını hissetmişti. Kulakları bir fısıltı dışında hiçbir şey duymuyordu. " Capuchin catacombs..."

"Capuchin catacombs..." zihninde bu iki kelime tekrarlanıp duruyordu. Ayılmak istiyor ancak boğazına içtiği şarabın üzümleri düğümleniyordu. Kabus gördüğünü düşündü. Gözlerini kocaman açmak istercesine kaslarını zorladı. Her denemesi başarısızdı. İşte o an anladı bir daha uyanamayacağını ve anlam veremediği o iki kelimenin anlamını.

"Hoş geldin Uyuyan Güzel..."

Aylin ALAGÖZ/ 2013

22 Haziran 2013

UMUT



Üzerine üzerine yağar zaman tanecikleri  ve sen aldırmadan devam edersin geleceğe... Bugünün ya da dünün geleceğidir elini uzattığın. Hep ramak kala dokunamadığın bir gelecek. Bir kelimenin son hecesindeki tükenmişlik hissi gibi, belli belirsiz ama senden bir parça... Hep seninle gelir; dünün,bugünün,yarının. Hep izi kalır aslında yaşananların. Unuttum dediklerin ya bir rüyada canlanır ya bir kokuda ya bir dokunuşta...

Beni takip eden kötü yönlerime set çektim. Artık onlara aldırmamaya çalışıyorum. Saklıyorum, saklanıyorum... Beynimin bilinmeyen yörüngelerine doğru süpürüyorum bugünlerde. Olumsuzluk veren hiçbir şeyi istemiyorum. Kendimi bile... Susuyorum bugünlerde, duyumsuyorum her şeyi olabildiğince. Farkına varmak için kapatıyorum gözlerimi, öylesine dinlemiyorum kuş seslerini. Hayatı özümsüyorum, hücrelerime dolduruyorum.

Görmek istemiyorum beni mutsuz edenleri. Başımı çevirince yok olacaklar sanki! Sonsuz boşlukta saklanır gibi kapatıyorum gözlerimi, hislerimi. Bir sessiz çığlık yükseliyor bedenimden. Siyaha bürünüyor hislerim. Ürperiyorum, üşüyorum. Gölgelerin peşinden korkak adımlarla ilerliyorum. Her tarafta zarar vermek isteyen o korkunç ucubeleri görüyorum. Daha da yaklaşıyorlar sanki... Bir "son" olduğunu bile bile yaşama başlamak gibi...

Bir "son" olduğunu bile bile umut etmek gibi. Yaşanmışlıklardan alınmış dersleri yok saymak, körü körüne aslında olmayan "yaşam" a inanmak gibi. En zoru da insanların bu dünyada "insan" kalabildiğine defalarca inanıp defalarca yanılmak olsa gerek. Güneşin her gün doğacağına inanan bir çocuk masumiyeti gibiyiz biz insanlar. Nerede bir mutluluk görsek renkli bir uçurtmanın peşinden koşan çocuklar gibi gideriz arkasından. Dokunamayacağımızı, yetişemeyeceğimizi bile bile.

Bizi yaşatan ya da yok eden "umut"larımızın şerefine olsun bu yazı. Çünkü; her insanın bir gelecek umudu vardır.

Aylin ALAGÖZ/ 2013

8 Haziran 2013

ENDİŞE EDİYORUM "EVET"


Günlerdir hastane penceresinden hayatın akışını izliyorum. Gözlerimle dokunuyorum tertemiz insanlara, elinde renkli balonlarla çocuklar geçiyor. Yaşlısı, genci, çifti, çaresizi, umutlusu, vurdum duymazı, ayyaşı süslüyor göz bebeklerimi... Gözlerimin penceresi küçücük bir dünyaya açılıyor. Ben ne renk bakıyorsam o renk oluveriyor dünyam. Sahnem benim görebildiğim kadar. 

Yağmur yağıyor sessiz ve yavaştan. Haziranın sıcağında buharlaşıp uçuveriyor gökyüzüne. Muazzam bir koku, olağanüstü bir his bırakıyor içimde. Sanki yaşama sevincim topraktan tekrar vücuduma enjekte edilmiş gibi. Gözlerimi kapatıp duygularımı anlamlandırmaya çalışıyorum bu sıcak, sessiz, terk edilmiş odada. Ben ve sandalyem eşlik ediyoruz hayatın akışına. Akmıyor gibi geliyor bana. Geçmiyor günler burada. Oyalanacak bir şeyler olmalı diyorum kendi kendime. Saçma sapan dergiler mi okusam yoksa gazete mi! İkisinden de vazgeçiyorum nedense. Bu yaşıma kadar yeterince kandırıldım zaten. Toplumsal baskının yarattığı maddi hırslara kapılmak istemiyor beynim, vücudum ve her hücrem. Biraz hayal lazım bana. Gerçekçi hayallerden bir avuç belki de...

Parmaklarımın ucuyla dokundum yüzüme, senelerin izine. Başkalarından kalma pürüzlere rastladım, hatıralara... Endişe ediyorum gelecekten. Biraz da kendimden. Çirkinleşmekten, ötekileştirilmekten, sevilmemekten, sevememekten, yaşlanmaktan... En çok da kalabalığın içinde yapayalnız kalmaktan. Endişe ediyorum , evet. Görebildiğim kadarını yaşayamamaktan. Hissettiğim kadarını paylaşamamaktan.

Hislerimle konuşuyorum bu odada. Sesli konuşmayı yasakladım kendime. Yasaklara alışkınım ne de olsa! Buna da katlanırım dedim. Hem değişiklik iyidir derler. Tekdüze insan olmayı yeğleyenlerden değilim. Belki onlar daha mutludurlar, bilemem. Demiştim ya benim baktığım yer kadar dünyam. Küçücük, renkli. Siyaha bürünmeyen, gri bulutlara kepenklerini kapatmış bir dünya.

Kolumdaki serum canımı yakıyor. Saatlerdir buradayım. Kuş sesleri gerçek mi sanrı mı ayırdımına varamıyorum. Art arda rüyalar görüp vücuduma enjekte edilen sıvı kadarını neredeyse terleyerek atıyorum. Bedenim sırılsıklam. Kendimi hiç bu kadar çaresiz görmemiştim. Bedenim ve algılarım bir odaya sıkıştırılmış sanki. Bir tıkırtı ile uyanıyorum. Pencereden gelen bir tıkırtı. Özgür (!) bir kuşun sıcak selamını almak için  başımı hafifçe çevirmek bile dakikalarımı alıyor. Bu bedeni özgür bırakmak kimbilir kaç gün daha sürecek. Endişe ediyorum, alışkanlıklarıma geri dönememekten.

Yağmur dinmiş, insanlar sokağı doldurmuş yine. Her insanın düşüncesini okuyabilseydim keşke, hikayesini bilebilseydim. Küçük dünyamdan yine bir sürü insan bir sürü hikaye geldi geçti. Dokunabildiğim yalnız benimki! Endişe ediyorum, evet. Bir gün kendi hayalime bile dokunamamaktan...

Aylin ALAGÖZ/ 2013

21 Mayıs 2013

YAĞMURDAN SONRA



Romanlardan çizdiğim karakterler,
Bir seyirden bir izlekten ibaretler.
Neredeyim dediğim anlar,
Yağmurdan sonra karşıma çıkarlar.

Issız bir uçurum kenarı,
Ya da ansızın karşılaşmalar,
Çıplak ayaklı bir bulut,
Yükselir kara bulutlarda umut...

Yağmurdan sonrası sessizlik,
Bavulunu toplamış bekleyen bir kadın ,
Neyi beklediğini bilmeden,
Nereye gittiğini irdelemeden...

Kesif bir kokunun içinde kaybolmuş,
Siyaha bürünürken beyazlar,
Acı bir tat bulanmış,
Yaşamın yaşanmışlıklarından.

Yağmur sonrası belirsizlik gibi,
Sonu bana bırakılmış bir hikaye,
Yazılmamış bir yazı,
Mühürlenmemiş bir zarf gibi...

Girdabın içine sıkışmış hayallerim,
Shakespeare' den alıntı düşüncelerim,
Ne bir cinayet ne bir aşk romanı,
Bana kalan sadece "anı"...

Aylin ALAGÖZ/ 2013

16 Mayıs 2013

VAROLUŞ




Bir tarihten çıkardı efsaneler, gerçek bir kişiden yaratılmış bedenden yoksun hayali karakterler...

 Düşünmenin özgür olduğu zamanlardı! Hayal kurmanın önünde setlerin olmadığı, tabuların varlığından bihaber insan topluluklarının var olduğu bir akşamdı! Kırmızı elbisesinin ütüsü bozulmuş, makyajı biraz dağılmıştı. Bu haliyle uykudan yeni uyanmış bir kedi yavrusu gibiydi. Gözlerinin etrafındaki kırışıklar belirginleşmiş, yüzünde saf bir ifade belirmişti. Gözlerindeki ışık kısılmış bir lamba kadar aydınlatıyordu etrafı. Bir adım atmaya mecali kalmamıştı. Elleriyle bedenini sarmalayarak sokağın başındaki kaldırıma usulca oturdu. Gözlerini kapatıp havanın nemini ciğerlerine doldurdu. Şehrin küf kokusu atmosferin tüm tabakalarına işlemişti adeta. 

Biraz daha sardı bedenini. Kararmış düş perdesini aydInlatmak için kurdu hayallerini. Sahneleri bir bir yarattı, içine insanlar koydu. Ruhları ile bütünleştirmek için biraz kafa yordu. Kırmızı perde artık açılabilirdi. Kurduğu hayal canlanmak için sabırsızlanıyordu. Eski bir tarihten alıntıydı hayali. Geçmiş bir zamandan... Efsanelerin karmaşasındaki yalınlıktan ibaretti kurgusu. İnsanın insan ruhuna değebildiği bir hikaye... Yüzyıllardır insanlığı peşinden sürükleyen bir düşünce belki... Varoluş...

Varoluş, onun için ruhunun haritasına ulaşmaktı. Kayıp parçaları ömür boyu bulmaya uğraşacak ve en sonunda her insanın bildiği korkunç son başına gelecekti. Ölüm... Bu gerçekliğe aldırmadan yaşayanlardandı, her saniyenin kıymetini bilenlerden.Kendi mutluluğu için e biraz bencildi tabi. Zihnindeki imgeleri renklendirme aşamasında çok eğlenirdi. İstediği renkleri karıştırır istediği sitilde boyardı yarattığı karakterlerini. Bu işlem de bittikten sonra sıra müziğe gelirdi. Tüm notaların uyum içerisinde birleşebildiği eşsiz müziğe...

Ve ruhundan kopardığı parçalar bir bir canlanırdı hayal sahnesinde. Geçmişin izlerine bulanmış efsane olmaya aday yaşantıların içinden bir bir geçerdi. Ruhunu sarardı parçalara ayrılmış "ben" leri. Varoluş onun içindeydi. Tek bir beden içerisine hapsedilmiş olsa da içindeki parçalardan milyonlarca karakter yaratmak müthiş bir şeydi.

Gözleri kapalı gülümsedi geceye. Düşünde yaşadı geçmişi, bugünü, geleceği... Yarınlarından bir parça geçmişe, geçmişinden bir parça bugününe armağan etti. Küf kokan şehrin sokaklarında kırmızı elbisesiyle karanlığa gömülene kadar yürüdü...

Bir tarihten çıkardı efsaneler, gerçek bir kişiden yaratılmış bedenden yoksun hayali karakterler...


Aylin ALAGÖZ/ 2013

9 Mayıs 2013

BİR ÇİÇEĞİN ÖMRÜ


Zamanın içinde saklardım zamanı,
Uçmaya küsmüş kanatlarımı.
Sarıydı gökyüzü.
Rüzgarla buluşmuştu anılarımın pürüzlü yüzü.

Ne bir kelime yeterdi ne bir bakış.
Bir histi zihnimden geçen,
Işık hızıyla bedenime yerleşen.
Ne bir vücut yeterdi ne bir dokunuş.

Yukarıya uzanan sonsuz merdiven,
Sisli bir gelecekte son bulmuş.
Puslu bir haritada yok olmuş.
Bilinmeyen bir yolda aniden kaybolmuş.

Tırmanırken korkar oldum.
Her sallantıda geri adım atarken,
Ne bir ses duydum ne bir iz oldum.
Suya koyulmuş bir çiçeğin ömrü oldum.
Yosunlarına tutunmuş, topraksız...

Aylin ALAGÖZ / 2013




6 Mayıs 2013

MUM LEKESİ


Soğuk bir demire sıkıca kilitlediği elleri artık acı hissetmiyordu. Zaman aktıkça duyarsızlaşıyor, daha da alışıyordu bir zamanlar alışamadıklarına. Her şeyin zıttı her insanın farklı bir yüzü vardı bu şehirde. Parçalanmış bir aynadan yarım yamalak yansıyan görüntüler gibi. Yanılsamalar bile iç içe ve anlamsızdı çoğu zaman. Düşünceleri yabancı dillerden toplama yarım yamalak oluşturulmuş bir sözlük gibiydi. Gereksiz bir yük hep üzerinde. Ne olup biteni tam olarak anlayabilirdi ne de anlatabilirdi. Sesler arsızlaşmıştı adeta.

Damarlarından çekilen kanı hissedebiliyordu. Soğuk tüm vücuduna işlemişti. Bembeyaz teni kaskatı kesiliyor, ölümün soğuğuna meydan okurcasına sert bir kayaya dönüşüyordu. Gün batımını izlemek ve yaşamak arasındaki fark kadar apaçıktı duyumsadıkları. Bir bebeğin ağlaması kadar berrak ve içten... Masmavi gözlerini rüzgarın savurduğu ağaç yapraklarına doğru kapattı. Gözleri kapalıyken çok şey görürdü tüm hayalperest insanlar gibi. En heyecanlı seyahatlerini gözleri kapalı yapardı. Bunun için en sevdiği kitap " Puslu Kıtalar Atlası" idi. Gerçekleştiremediği rüyalarını zihninde canlı kılmak için belki de. Dünya'nın değil kendi ruhunun gizemli köşelerinin haritasını çıkarabilmek için.

Bir an ellerindeki gücün azaldığını hissetti ve parmaklarını zor da olsa demirden çekip dizlerine koydu. Tüm vücudu sonbahardaki cılız bir ağaç gibi titriyordu. Ellerini birbirine kenetledi. Saatlerce düş kurdu. En güzel düşleri kurana kadar çoğunu yaşam silgisiyle silip yeniden çizdi. Silgisini kullanırken aklına hayatındaki mum lekeleri geldi. Leke ne kadar çıksa da izlerinin kaldığını yeni yeni fark ediyordu. Rüzgarın ona arkadaşlık ettiği eski demir penceresini yavaşça kapattı. Soğuk kesildi, ses kesildi, hayat kesildi sanki... Akrep tam sekizin üzerindeyken bozulmuştu ahşap duvar saati. Umursamadı. Isıttığı ellerini vücuduna sararak gerçek hayatının başlangıcı ve bitişi olan rüyalarını görmek için bembeyaz yatağına uzandı.

Kalbinde iki damla yaşanmışlık kanı vardı. Bir de bolca mum lekesi...

Aylin ALAGÖZ/ 2013

1 Mayıs 2013

GALATA'NIN IŞIKLARI


Bir damlaydı geceden süzülen,
Gözlerindeki menevişleri büyüten,
Karanlığın pençesiydi.
Hep peşinde...
Gölge gibi yalın ayak ve kendinden.

Harabe bir şehir silueti.
İnsanları yok olmuş manzaralar.
İçinden gelip geçen ışıklar,
Galata'nın yorgun ışıkları,
Süslüyor yine etrafı.
Galata'nın tahta kokan sokakları,
Susuyor yine insanları.

Siyaha bürünmüş etten kentler,
Kemikten yaşam yığınları...
Kaybolmuş sanki şehrin tüm parçaları.
Işıkları orda, taaa karşı kıyıda...
Denizin yosun kokusuyla buluşmuş,
Uzun bir seyirdeler adeta.

Mühürlenmiş dudakları,
Susmalı dalgaların eşliğinde.
Kayalara çarparken parçalanmalı gülüşler,
Geriye çekilirken köpürmeli sular.
Susmalı anlayana kadar.
Susmalı anlatana kadar.
Susmalı Galata'nın ışıkları sönene kadar...

Aylin ALAGÖZ/ 2013

24 Nisan 2013

KAĞIT



Kağıdın parlak yüzü dışa gelmeliydi. Öylesine özenle ve zaman durmuşçasına katladı ki incecik kağıdı... Zamanın tüm tik takları, anıları, elinin sıcaklığı, düşünceleri geçti "o" kağıda... Bir mumun erimesi kadar uzun sürdü, bir alevin büyümesi kadar, bir çiçeğin açması, bir melodinin çalınması kadar uzun. Rüzgarın, sarı yaprakları kaldırımın kenarına usulca süpürmesi gibi: hafif ve dingin...

Huzur veren güneşli bir bahar sabahında hayallerini yüzdürmek için araladı gözlerini. Kan dolaşımını hızlandırmak hücrelerinin teker teker uyanmasını sağlamak için özel karışımını hazırladı. Hafif ve ılık... Gökyüzü ile arasına şeffaf da olsa bir maddenin girmesine tahammül edemiyordu. Hayalleri gökyüzüne uçmalıydı. Çıplak gözleriyle dokunmalıydı maviliklere. Hemen pencereyi açtı ve iri gözlerini derin mavilere daldırdı. Arıların vızıldaması, rüzgarın yüzünü okşaması, eşsiz toprak kokusu ona can veriyordu. Canlıydı... Kelebekler gibi, menekşeler gibi, topraktaki solucan gibi, ateş böceği gibi, su gibi, toprak gibi, hava gibi canlıydı. Ve her gün yenilenen bir ruhu vardı...

Kağıdın parlak yüzü dışa gelmeliydi. Görünen her şey kusursuz, güzel ve muazzam olmalıydı. Söylenmeyen sözler, bencillikler, kötülükler, kıskançlıklar, maskeler hep arkasında olmalıydı kağıdın. Özenle kıvırdı kağıdını, fısıldadı tüm içinden geçenleri. Önce bir uçak formu yaptı, gökyüzüne savurdu. Bulutların ardından en uzaktaki katmana tutunuşunu izledi ve sonra bir mum gibi yok oluşunu. İzi hala belirgindi neyse ki. İşte tam o noktadaydı. Gözlerini ayırmadı o noktadan. Göz bebeklerine yansıyıp geri döndü ruhuna bütün hapsedilmişlikler.Sonra bir gemi yaptı usulca. Minicik bir gemi... Minicik bir su birikintisine bırakmak için çıplak ayaklarla ona can veren toprağın üzerinden geçti. Can kalıntıları tenine nüfuz etti. Gemisini bıraktı ağaçlardan yeşil suya... Yaprakların arasından belirdi o an güneş. Hafif bir rüzgar gülümsedi ve karşı kıyıya batmadan geçti kağıttan gemi. Kağıttan gerçekler, buruşuk düşünceler, minicik duygular...

Her şey göründüğü kadar parlak görünmediği kadar mattı işte hayatta ve içinde sakladığı hazinenin tek anahtarı yine içine hapsolmuştu işte. Her yerinde minicik kağıt kesikleri, minicik kan tanecikleri...

Aylin ALAGÖZ/ 2013


11 Nisan 2013

SAVRULAN MISRALAR



Fitilini ateşlemişti anıların,
Eski bir defterin son sayfalarında.
Savrulan mısralardan yarım bir hece,
Düşüncelerine işlemişti beyaz bir gece.

Usta sanatkarlar geldi aklına.
Heykeltıraş gibi olmak.
Can vermek, biçim vermek hayaline.
Dokunabilmek elleriyle...

Boş bir sahneden geçer gibi,
Issız gecenin karanlık rengi,
Adımlarını atarken hep geriye,
Kanatlanıp buharlaştı bu seyirde.

Ateşlenen anılardı.
Yanan, acıyan bedeni.
Yok olan hayalleriydi,
Geriye kalan kendi !

Bir gazete yazısı geldi aklına,
Köşede saklanmış...
Minicik puntolardan nasibini almış.
Gizlenmek isterdi, o yazılar gibi küçücük olmak,
Gitmek isterdi, kendinden uzak olmak,
Başka dillere başka kalplere ulaşmak...

Aylin ALAGÖZ/ 2013

6 Nisan 2013

SANDIM Kİ



Sandım ki ile başlayan cümlelerim var benim, sonunda hayal kırıklığı hissettiğim... 6 Nisan' da bu yazıyı yazmamın bir sebebi var. Nisan olduğu için değil ayın altısı olduğu için...

Sandım ki zaman geçince her şey durulacak. Hayat eski rutinine geri kavuşacak. Sokakta yürüyen insan manzaraları, ağlayanlar, gülenler, sarılanlar, haykıranlar hepsi bana normal gelecek. Seyre dalacağım çoğu zaman hayatı, kimi zaman da düşleri. Dokunamayacağım hayallerim olacak bazen. Hayal etmek bile yetecek aslında. Ekşi bir limonun ağzımda bıraktığı hafif şekerli tat gibi olacak hayatım. Keskinliklerden oluşacak, gizlerden..Hafif bir dokunuşu olacak rüzgarın. Mesela saçlarını dağıtacak. Ilık bir bahar akşamında sütlü kahvemi yudumlar gibi olacağım. Gelecekte! Belki de çok uzak bir gelecekte! 

Dedim ya bu yazıyı ayın altısında yazmamın bir sebebi var. Bir de elbette anlayanı...

Sandım ki gözlerimi kapatınca daha iyi duyumsayacağım olanı, biteni. Sandım ki susunca çareler kendiliğinden gelecek ve o düğümü çözecek. Konuşmak bu kadar mı zehirli anlamadım ki! İçini dökmek, hissettiklerini açıkça söylemekten korkar olmuş insanlar. Kapalı kutuları başka kapalı kutulara ve en nihayetinde onu da kilitli bir sandığa kapatmışız. Asla ulaşılmasın diye! Kimi zaman harflerimizi eksiltmişiz kimi zaman bakışlarımızı. Bilinmeyen bir zamanı beklemek aklımın bana yaptığı oyunların iki misline çıkması demek. Berraklığımın azalıp çakıl taşlarımın çoğalması gibi... Mavi gökyüzümün kararmasını hiç istememiştim. Sandım ki yıldızlar geceyi ayınlatır. Karanlğın içinde yanan umut ışıkları gibi. Sandım ki benim hayatım hep gündüz. Sandım ki yıldızlar dileklerimi gerçekleştirmek için bir aradalar. Sandım ki gecenin sonu hep aydınlık...

Dedim ya bu yazıyı ayın altısında yazmamın bir sebebi var. Bir de anlamayanı...

Sandım ki oyunlar sadece çocuklar tarafından oynanır. Büyükler neden gereksinim duysunlar ki! Kelimelerle dans edebilmek büyüklerin yeteneği... Konuşmak, yazmak, anlatmak, aktarmak, empoze etmek, inandırmak, söylemek, diretmek, kabul ettirmek... Aman ne büyük yetenek! Peki ya neyi beklediğini bilmemek ve susmak nasıl bir yetenek, nasıl bir oyun, nasıl bir ders... Muamma içeren sözcükleri hayatımdan tamamen silmek istiyorum. Sandım ki ben kararlıyım. Sandım ki açığım ve malesef sandım ki sabırlıyım. Ve anladım ki muammalara ve bilinmezliklere sabrım yok. Ve anladım ki neyi beklediğini bilmeden geleceğe atacak bir oltam yok. Ve anladım ki kendimden başka yıldızım yok...

Dedim ya bu yazıyı ayın altısında yazmamın bir sebebi var. Bir de duymayanı.

Aylin ALAGÖZ/ 2013

28 Mart 2013

HER GÜNÜM BİR BOYAMA KİTABI



Renklendirmeye çalıştığım bir "kız" var içimde. Kimi zaman siyaha aşık kimi zaman doğanın cıvıl cıvıl renklerine. Bazen renksiz bazen de sade... Çocuksu ruhuna olgunluk katmaya çalışır her gün. Dünü, bugünü tecrübeler biriktirip "yarın" yaşayacağı hayatın sır kitabını renklendirerek geçer. Bambaşka hayatların içinde kendini bulmaya bahara kavuşmaya umutlu hala...

Zamansız yılların birinde susturulmuş bir çocuk yüzünde belirdim. Susmayı öğrettiler çünkü bize... Öyle büyüdük nedense... Tek sırdaşımız aklımızda beliren imgeler ve hayali masal kahramanları. Tek anlayanımız kendimiz. Yılların boyası ellerimize bulaşmış, e biraz kurumuş, bazıları da bayatlamış artık. Karışa karışa renkler içinden çıkılmaz bir yün yumağına dönmüş. Renkler zevk vermez olmuş. Olur olmaz her rengi karıştırmaya başlamışım nedense. Çok bilmek çok yanılgıyı da beraberinde getirirmiş. Çok farkında olmak ve susmak haklılık getirmiyor çoğu zaman. Beyazları azalıyor dünyamın. Sarılarım siyahlaşıyor, grilerim çoğalıyor.

Kendimi renk olarak tanımlasaydım kesinlikle "mor" olurdum. Biraz pembe biraz siyah var çünkü içimde. Biraz masum, biraz hırçın, biraz asil bir rengim. Öyle her şeye de yakışmam. Ne koyuyum ne açık. Bir lalenin güzelliğinde bir menekşenin yapraklarında gizliyim. Ne yazım ne de kış... Beyaza da siyaha da ayrı bir anlam katan hem gecenin hem gündüzün rengi "mor"...

Basit dediğim bir dünyanın denklemini yeniden kurmaya uğraştığım zamanlardan nefret ediyorum. Çocukken legolarla yaptığım kulenin sakarlığımla yerle bir olması gibi. Hayal kırıklığı... Yenilgiler olmazsa tecrübeler de olmazmış hayatta. Olgunlaşmak için yenilmek gerekirmiş hayata. Neden? Mutluluk varsa mutsuzluk da olmak zorundaymış, iyi varsa kötü, tatlı varsa acı, doğum varsa ölüm, kavuşmak varsa ayrılık... Doğanın kanunuymuş bir gün siyah bir gün beyaz olmak. Ve öğrendim ki hayat hiç kimseyi es geçmezmiş. Tezatlıklarını mutlaka yaşatırmış. Kimine erken kimine geç. Bazen pembeler çoğalır bazen griler. 

Hayat bir boyama kitabı... Tüm renkleri kullanmaya zorlar seni!

Aylin ALAGÖZ/ 2013

23 Mart 2013

UÇURTMAM



Geniş açılı bir bakıştım,
Yerleri süpüren son ışık...
Perdeyi araladım yavaşça,
Gözlerime takılan adımlarına.

Gittiğin en uzak uçlar,
Gizemli bir buluttun sanki.
Dürbünümden görünen bir dalga,
Kalemimin izinde bir nokta.

Yok olan su damlacıkları gibi,
Karaya vurmuş deniz yıldızı gibi,
Notası eksik bir melodi.
Çalınıyor yine kulağıma.
Hatırladığım hatıralarıma...

Bir kuş kanat çırpıyor geceye,
Senden uzak vadilere.
Arkamı dönüyorum nedense!
Bitmemiş heveslere.
Uçurtmam karşıki göklerde,
Hiç başlamaması gereken "İlk" lerde...

Aylin ALAGÖZ/ 2013

17 Mart 2013

PARLAK İNCİ


Elindeki parlak inci tanesine gözlerini kısarak baktı. Yuvarladıkça parmaklarını, sanki incinin yüzeyindeki parlaklık hücrelerine nüfuz ediyordu. Ne kadar da kusursuz görünüyor, diye geçirdi içinden. Tıpkı Tanrı'nın bizim için yarattığı evren gibi... Matematik harikası bir dünya... Ayaküstü yaşanmayacak kadar derinden ve hisli. Bir mücevher kutusunun dolu hali sanki.

İnciyi kutusuna yavaşça bıraktı ve tüm vücudunu güneşin sıcaklığına teslim etti. Düşünemediklerini düşünmeye yoğunlaştı. Gözleri kapalı duyumsadı evreni. Nefes alıp verişleri bile belli bir ritmi takip ediyordu. Eksilen yanlarıyla eksilmeye devam ediyordu. Gün, ay, yıl ; bir yılanın sürünmesi gibi akıp gidiyordu. Geride kum taneciklerinin ince izi...Dönemeçlerde tepetaklak olmuş ufuk çizgisi...

Uyku ile rüya arasındaki o ince ipte yürüyordu sanki. Kaç kere aşık olmuştu rüyanın o gizemli evrenine! Kaç aşktan oluşmuştu acaba aşk! Kaç cümlede bitirebilir, kaç meyvede bulabilirdi bu özü! Alice'in yediği pasta diliminden çekti canı. Kendini daha büyük yapıp evrenin her köşesine bakabilmek, keşfedebilmek için... Her köşede aşkı yaşayabilmek için. Bitmez bir serüvenin kahramanı olabilmek için. İtalyanca konuşup Fransızca anlayabilmek için. Hindistan'ın botanik bahçeleri ile Afrika çöllerini birleştirebilmek için... Bir Çin atasözüne kendi özünden katabilmek için...

Bir suretten bir şiirden oluşan masmavi bahar sabahına uyanmak kaskatı yüreğini yumuşatan tek şeydi. Bahar, onu yeniden doğuruyordu. Yeniden yeşilleniyor yeniden "ben" oluyordu adeta. Kırmızıya değip geçen yaşamlar vardı. Ölüme yakın hayatlar... Uçurumun sert soğuk rüzgarlarını hissetmiş, dudaklarına cam kırıkları saplanmış hayatlar... Milyonlarca değişik yaşam biçimi ve farkında olduğu sadece kendi. Onun için dönüyordu "Dünya". Evet, kesinlikle onun için... Bencillik değildi ki bu! Herkesin yaşamında kendisi için dönerdi elbette. Rüzgar onun için, güneş onun için, yıldızlar onun içindi... Yanağını okşayan yağmur taneleri de onun içindi.

Minicik parlak bir inci aklına "yaşam"ı getirmişti yine. Çünkü, yine bahar gelmişti. Yinelenen hayatına yinelenen bir yazı eklemek istedi. Mor bir lale imgesi belirdi gözünün önünde. Oysa aklında bir intihar manifestosu vardı! 

Aylin ALAGÖZ/ 2013

14 Mart 2013

BOMBOŞ BİR DEFTER



Dakikalarını araladığım pencere,
Somut ya da soyut her ifade,
Birleşmesi imkansız teğetlerde,
Değip geçti ömrüm sadece...

Çoğaltılamaz her düşüncede,
Uyur gibi yaptığım bir gecede,
Farkındayken üstelik...
Gitmelerin can acıttığı bu seyirde...

Kazıdım milyonlarca kez,
Unutmamak için kendimi.
Kendimi yarattım beyazla, siyahla,
Çıkmayacak bir boyayla...

Tenin izi kaldı bu sefer,
Kokusu yayıldı atmosfere,
Sarmaşıklar sarıştı bu sefer,
Günün eli bomboş bir defter...

Aylin ALAGÖZ / 2013


11 Mart 2013

KARA KALEM

 
 
"Hoş geldin" dediklerinin, zamanla ağırlaşan bir hastalık gibi çözümünün tükendiğini görmüştü. Kalbinde hissettiği ile zihninle belirttiği imge aynı bedende buluşamıyordu. Hayallerin içini doldurmak bir ömre bedeldi şu zamanda. Zamanının ne zaman geleceğini bilemeden, kendi olmaya çalışırken bambaşka "ben"lerle karşılaştı hep. Başkalarının acımasızca çizdiği karakalem resmiyle...
 
İç içe geçen halkaların, kördüğüm olduğu duygular gibiydi düşünceleri. Şefkat nerede, anlayış nerede kaybolmuştu kimbilir. Dünyası çamur içinde kalmış, kendini ifade etmeye çalışırken yanlış cümlelerle buluşmuştu. Bataklıktı etrafı... Ne kadar temiz olursan ol içine çekerdi işte. Ve ellerin bir kere çamur oldu mu günden güne kirlenirdi bütün vücudun...
 
Acımasız olmayı becerebilen insanlara gıptayla bakardı hep. Kendi haritalarını net çıkarmış insanlara... Sadece kendi mutluluğunu kendi zevklerini düşünenler mutluydu. Mutluluk bulutu da zaten hep onların etrafındaydı. Bu dünyada onun yeri yoktu. Yanlış anlaşılmıştı bir kere ve bu bundan sonra hep böyle devam edecekti.
 
Topraktan çıkan minicik bir filiz geldi aklına. Sevilmeye büyütülmeye muhtaç, sevdikçe çoğalmaya hazır. Yapraklarını çoğaltmaya güzelleşmeye, güzelleştirmeye... Bir zamanlar o da öyleydi minicik bir filizdi. O kadar çok sevildi ki o kadar çok renklendi o kadar çok meyve verdi ki, adeta kabına sığamıyordu. Demiştim ya zamanının ne zaman geleceğini bilemeden hayallerinin içini tıka basa dolduruyordu diye. Her mevsim sahibine biraz daha bağlanıyor biraz daha onunla tekleşiyordu.
 
Sonra ne mi oldu? Dünyanın acımasız düzeniyle yüz yüze gelmek zorunda kaldı. Yaprakları tek tek koparıldı, meyve veremez hale geldi. Sevgisizlikten kurudu, çölleşti ruhu. Siyahlara büründü hayatı...
 
İşte o zaman anladı insanın da sevgisizlikten kaskatı kesileceğini. Ve tek bir kurtuluş vardı aklında: değişmek... Bunun için yapması gereken çok basitti. Bir kez daha "hoş geldin" demeliydi.
 
"Hoş geldin ölüm."
 
Aylin ALAGÖZ/ 2013

4 Mart 2013

GEÇMİŞİMLE GELECEĞİM

 

Binbir köşeli hayallerim.
Sağa sola kıvrılmış çalı süpürgesiyim.
Tozlu anıların peşinde,
Cam fanusların dibinde,
Gölgesinden sıkılmış bir fare.
Yeniliklere kapalı ahşap bir pencereyim nedense...

Bazen "dur" der yaşanmışlıklar,
Çizgiyi aştın buraya kadar,
Durul durulabildiğin kadar,
Düşün düşün nereye kadar?

Cesaret ipim kısa mı olmuş ne?
Pedallara yetişemiyorken ayaklarım,
Hızlıca kanat çırpışlarım,
"Püff" dedim yeniliklere,
Omuz silktim eski düşüncelerime.

Biraraya gelmiş mi kalıntılarım?
Yeni bir ben bu bendeki şimdi.
Kandan da kırmızı renkli.
Gitmeye dünden razı belki...
Uzamış yolların birikintisi...

Tortusu kaldı hep yüzümde.
Sustuğum su diplerinde.
Bir uğultu geliyor kulağıma,
Geçmişle geleceğin kapısına.
Geçmişimle geleceğimin anısına...

Aylin ALAGÖZ/ 2013

26 Şubat 2013

"TÜY"DEN DÜŞÜNCELER

 
 
Tüyleri yolunmuş çirkin bir ördek yavrusu gibi hissediyorum bazen kendimi. Şaşkın şaşkın dolanıyorum etrafta. Ayırdımına varamıyorum insanların, doğanın, en çok da havada uçuşan düşüncelerin. Bir bakıyorum zaman akmış geçmiş, ben düşünceler denizimde boğulurken. Pembeye pembe diyemeden hooop siyaha dönmüş bile rengi. Anlayacağınız ben hep beş dakika ile kaçırmışım hayat trenlerini...
 
Üzerime sirayet eden düşüncelerin yorgunluğu bu bendeki. Fazla taşları atsam rahatlayacağım sanki. Tüyden de hafif pamuk gibi bir insan oluvericem belki. Elmalı lollipop tadında şeker mi şeker. Ama şu anki halim patlamasına ramak kalmış bir balon gibi. Biraz daha üfleseniz baya gürültülü olacak patlamam. Zararım yine kendime olacak tabii. Ve yakınımdakiler de nasibini alacak etrafa sıçramış parçalarımdan.
 
İki paragrafta da "tüy" kelimesine yoğunlaşmamın nedenini ben de anlayabilmiş değilim şahsen.
 
Zaten anlayamadıklarımı anlamlandırmaya çalışırken anlamsızlaştırıp yok ettiğim de malesef bir gerçek.
 
Kafamın içindeki mutfak darmadağın bugün. Malzemelerin yerleri hep karışmış. Etrafa sıçramış lezzetli yemek kalıntıları... Tatlı ile tuzlu birarada bugün. Yağ oranım haylice yüksek. Sinirlerime kabartma tozunu boca ettim. Fırının ayarı da bozuk. Ee ne yapmalı şimdi? Neyi nasıl yapması gerektiğini bilen kişilere yetişkin demiyor muyduk biz? Benim çocuktan bir farkım yok ki şimdi. Yanaklarımı avucuma alıp dudağımı büzüp ağlamak istiyorum belki de. Ya da şok bir terapiye ihtiyacım var. Elektrik şoku verin bana, en yüksek voltajlısından.
 
Kararsızlığım, karamsarlığım ve ben bu akşam yemekteyiz anlaşılan. Bir de Alıngan Hanım'ı alırsak yanımıza değmeyin keyfimize. Netlik ayarımızı bozup karıncalı yayına geçeriz herhalde. Hayatın kabininde bir aşağı bir yukarı karar veremeden gider durur, yayık ayranı olup çıkarız en sonunda.
 
Şu düşüncelerime sıra numarası vermem lazım. Bazılarını da çaktırmadan magmaya yollamalıyım bence. Bağıran kelime hazinemi dışa vururken içimden biri diyor ki bunların sebebi hep kıldan tüyden sebepler. Al işte yine geldik "tüy"e .
 
En iyisi siz kuş tüyü yastıklarınızın keyfini çıkarın. Düşünceleriniz benim gibi karışmasın. Mutfağınızdaki malzemeleri de düzenli tutmayı unutmayın...
 
Aylin ALAGÖZ/ 2013

20 Şubat 2013

YILDIZ TOZLARI



Yarasaların kanat çırptığı ıssız, nemli bir geceye açtı gözlerini. Masmavi, kristal gibi ışıldayan esrarengiz parfüm şişesi dikkatini çekmişti. Anılarıyla dolu bu evin bodrum katında hissettiği eski kitap kokusu, onu zamanda yolculuğa çıkarıyordu. Ahşaptan yapılma, pembe müzik kutusu ona geri getiremeyeceği çocukluğundan yadigardı. Saatlerce aynı melodiyi dinler, dönme-dolabın sakince dönüşünü izlerdi. Elleri yanaklarında, hayal aleminin notalarına basardı. Hepsi keşfedilmemiş birer adaydı. Mutlu olmanın anahtarları zihin haritasına hapsedilmişti. Hepsi de en ulaşılmaz kuytulardaydı onun için.

"Mutlu olmak." diye soyut bir ifade vardı : insanların yerle bir ettiği... Her seferinde bir tuğlasını eksik koyduğumuz o "sağlam" sandığımız duygu harmanı. Onun için mutluluk, bodrum katta çürüyen çocukluğuydu. Sadece o zaman dilimine ait sevinçler yeşermişti gönlünde. Belki de acılarını ağlayarak dışarı attığından hiçbirinden eser kalmamıştı üzüntülerinin. Esasında kalbiydi onu yoran. Herkese kayıtsız güvenen, hep iyi maskelerine aldanan... Aklıyla kalbi ortak bir noktada buluşamaz hep zıtlaşırlardı. Birinin galip geldiği yerde öbürü susardı her zaman. Kalbini daha çok kullanmasıydı onu bodrum kattakiler gibi çürüten...

Masmavi, kristal gibi ışıldayan parfüm şişesini buruşmuş elleriyle okşayıp avuçlarına aldı. Göz pınarlarından iki damla, tuzlu gözyaşı aktı dudaklarının kenarına. Evet, yine kalbi galip gelmişti anlaşılan. Bir insana değer vermek onun kokusunu bile şişelemek miydi? Onca yıl geçmesine rağmen aşık olduğu adamı unutamıyordu. Ruh eşi diye bir şey olmalıydı ve o kesinlikle onunla örtüşüyordu. Parçaları birbirlerine tamamen uyarken neden ölüm vardı bu hayatta? Ölümü tatmak için yaşadığına inanıyordu çoğu zaman. Hayatın da ölümden bir farkı olmadığına. İç içe geçmiş anlamsız bir çemberin içinde savruluyordu sanki. "İmkansız" kelimesine tahammül edemiyordu. Hayatın sınavlarından bıkmıştı artık.

Ne zaman onu düşünse sokağın başından hoplaya zıplaya sevinçle yürürken ona doğru gelişini görürdü. Aklına geldiğinde sanki dünyanın her zerresi papatyalarla kaplanır, yıldızlar onun için özel bir dans hazırlardı. Aniden karşısına çıkışlarını sevdi onun. İkisi de çocuktu... Gözlerinin içine baktıklarında aynaya bakıyormuş gibi olurlardı. Yan yanayken saatlerin nasıl geçtiğini anlamazlardı bile. Birbirlerine küçük notlar yazarlardı. Minik hikayeler... Sonu boş bırakılmış ufak heyecanlar. Gökyüzüne fısıldarlardı dileklerini. Sonra masmavi nehre... Dolunay çıktığında üç dilek tutup el ele tutuşurlardı. Yıldızların onları hiç ayırmayacağına kalpten inanmışlardı.

Akan gözyaşlarını soğumuş elleriyle sildi. Tozlanmış pencereyi araladı. Bu gece dolunay vardı. Sevdiği adam yıldızların ardından onu seyrediyordu.Yirmi altı yıl dayanan kalbiyle, hiç yaşlanmamış bedeniyle bakıyordu ona. Umut dolu, sonu gelmeyen bir hikaye fısıldıyordu onun için...

Küçük notlarını kağıda değil gökyüzüne yazıyordu bu sefer... Hem de yıldız tozlarıyla...

Hoş geldin "Mutluluk"

Aylin ALAGÖZ/ 2013

17 Şubat 2013

"VE"




Bir kitap cümlesinin tekrarı gibi gün.
Öznesi ben,
Geri kalan ögeler hep sen.
Anlaşılmayan bir mürekkebin izi,
"Ve" bir kalem darbesisin sen.
Sonunda hep nokta hep ünlem...

Somut ya da soyut anların toplamı,
"Ve" ellerime kazınmış zamanları.
Ağır aksak ilerleyen bir yaşlı gibiyim.
Sessiz, durağan, küskün aklım.
Küflenmiş, çürümüş duygularım...

Ölümle taçlandırılan "Hayat"tı.
Sarmal bir döngünün kurbanları.
Kaç güneş kaç ay yitirdik.
Savaş uğruna sevmekten vazgeçtik.

Hayale dalan bir çocuk gibiyim.
"Ve" uyuşturulmuş fikirlerim,
Çalınmış, boyanmış zihnim.
Kime sorsanız rengarenk umut doluyum.
Gösterişli ama plastik bebek gibi bomboşum.

"Ve" ile başlamayan bir cümlenin,
"Ama" ile bitmesiydi yaşam.
Geriye kalan konuşan dudaklar,
Yaşlanmamış gözlerde paslar,
Sonu yazılmamış satırlar...

Aylin ALAGÖZ/ 2013

14 Şubat 2013

MİNİK NOTLARIM

 


NOT 1: Bazen insan konuşmak ister. Biri onu susturuncaya kadar içindekileri dökmek. Biriktirdiklerini çöpe atıp rahatlamak ister. Hafifleyip bulutların üzerinde dolaşmak gibi. Bugün tam da bu durumdayım. İçimde kalanlardan kurtulma günündeyim. Yaşasın temizlik günü !
 
NOT 2: Bazen çocuk olmak istiyor insan. Aklındakiyle dilinin ucundakinin aynı olduğu zaman dilimine geri dönmek. Büyük ,çok büyük hayallerin sahibiydim çocukken. Doğaüstü varlıkların hakimi. Canım yandığında ağlar sevindiğim de kocaman gülümserdim.Gerçekten sever, içten sarılırdım. İnsanları hep bir yüzleriyle tanımıştım. Benim için iyi ya da kötü insanlar vardı. Hem iyi hem kötü olmak imkansızdı. Şimdi hepimizin en az iki maskesi var.
 
NOT 3: Bir caddeden geçiyorum. Kalabalık bir arkadaş grubu gözüme çarpıyor hemen. Konuştukları kıyafet markaları, son model teknolojik aletler ve gösterişli mekanlar. Dün ne giydin, nereye gittin gibi boş konuşmalar. Duyan, gören onları entel sansın diye araya sıkıştırdıkları dizilerden alıntı cümleler... Gülümsüyorum hallerine. E biraz da üzülüyorum tabi. Bizim ülkemizde kılıf ne kadar da önemli olmuş böyle. Fikirlere verilen önem ne kadar da dibi boylamış. Beynini kullanmayan bir gençliğiz. Bizim yerimize telefonlar ve bilgisayarlar bu işlevi görüyor nasılsa!
 
NOT 4: Küçük dünyamızın koskocaman olduğuna kendimizi inandırdığımız bir evrende yaşıyoruz. Halbuki bir toplu iğneden farkımız yok. Eşsiz olduğumuz öylesine içimize işlemiş ki herkes kendini ünlü sanıyor. "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" der bazıları. Ne kadar vahim durumdayız aslında. Statümüzden, bedenimizden memnun değiliz. Hep başkaları gibi olmak için çabamız. Zirveye tırmanırken geçen zamanın farkına bile varmayan aptallarız. Cesaretten yoksun, anı yaşayamayan hep geleceği düşünen bireyleriz. Bugün de dünün geleceğiydi. Neyse boşver umutlu olmak iyidir nasılsa!

NOT 5 : Keşke başka bir şey isteseydim, cümlesini kurduğum zamanlar şans kapımın açık olduğu anlar olmalı. Bir dahaki sefere uzun uzun düşünüp mantıklı isteklerde bulunmalıyım. Evet, evet hayatımı akışına bırakırken biraz fazla mantığın yanımda olması işleri berbat etmez.

NOT 6 : Bu koskoca evrende yalnız olmak diye bir şey var. Kendinle kalmak kalabalığın içinde... Sosyal bir yalnızlık bizim çektiğimiz. Yoksa her türlü donanıma sahibiz. Her şey elimizin altında. Sıkılıveriyoruz modası geçmiş eşyalardan. Kendimizden bile çoğu zaman...

NOT 7 : Bir de bugün sevgililerin günüymüş. Sevmek sevilmek çok önemliymiş meğersem. Hepimiz sevgi yumağıymışız. Lütfen bir aynaya bakın....

Aylin ALAGÖZ/ 2013
 

10 Şubat 2013

DÖNGÜ



İmgelerden çalıntı günlerim.
Bir kumardan ibaret gülüşlerim.
Hayat dedikleri kısır bir döngü.
Olmayacak hayallerin sürgünü.
"Sev, değer ver ve kaybet"

Yüzdürdüğüm bir kağıt gibi,
Bir dokunuşla batacak.
Bir rüzgarla karşıya geçecek.
Bazılarına göre "Her şey iyi olacak."

İhtimalleri düşük şans oyunu gibi,
Her anı umut dolu seksenlik bir nine gibi,
Her sabah doğacağına inandığım güneş.
Ay'ın hiç görünmeyen yüzüne hapsettiğim ateş.
Geceydi imkansızı isteyen.
Yazılardı düşlerime götüren.

En önden seyrederken insanları,
İçinde olamadığım minik oyunları,
Boyalı ömürlerinden iki adım geride,
Gerçek sandığım bir döngünün içinde...

Aslında hayat kısır bir döngü.
Basit bir denklem.
Hissettiklerimi özgürleştiremediğim,
Sonu baştan yazılmış bir roman.
Yazarı ya ben ya da başkası...

Aylin ALAGÖZ/ 2013

4 Şubat 2013

HİKÂYENİN SONU



Karanlık bir gecede toprağın nemli yüzü onu içine çekiyordu. Vücudunun her bir parçası yer altına gömülür gibi sarsılıyordu. Nefesi tanıdık gelmiyordu kendine ve gittikçe sıklaşıyordu havayı alıp verişleri. Asırlık ağaçlarla çevrili terk edilmiş bir ormandaydı. Avuçlarına kazınmış yanık sayı izleri ve kesikler her şeyi açıklıyordu. Gökyüzündeki sise gözlerini sımsıkı kapatarak şunları fısıldadı “ Hikâyenin sonu bu: Yolun sonunun tereddütten ibaret olduğunu bilmek ve kendini adamak doğaya.”

Yatağın sol tarafından kalktı yine. Batıl inançlara inat hep tersini uygulamıştı bugüne kadar. Uğursuzluk  getirdiğine inanılan pek çok olay ve olgu onun hayatının temel taşlarıydı. Doğum günü bile ayın on üçüydü. Sakarlığından kim bilir kaç tane ayna kırmıştı. Saymamıştı. Küçükken merdiven altlarında oynamaya bayılırdı. Bisikletini hep merdiven altına koyardı. Kara kediler de ona o kadar sevimli gelirdi ki, bisikletinin sepetine bir keresinde üç tane simsiyah yavru kedi koymuştu. Onları da yemyeşil ağaçlarla kaplı, kuşların şarkı söylediği huzurlu bir ormana bırakmıştı. Özgürlükle macerası bu olaydan sonra başlamıştı.

Okul çıkışlarında koşarak eve gidip hemen üzerindekilerden kurtulur, kendine özensiz bir sandviç hazırlayıp hemen yola koyulurdu. Tabii ki kırmızı bisikletiyle beraber. İçinden şarkılar mırıldanarak şehrin dışındaki ormana giderdi her seferinde. Burası onun yaşam alanıydı ve hiç kimseye söylemediği sırrıydı. Bastığı yerin kapladığı alandan fazlaydı içindeki mutluluk. Toprağa dokunmak, ağaç kovuklarına sesini bırakmak, karıncalarla tünel kazmak ve eşlik etmek cırcır böceklerine…

 Hayalleri, umutları, hedefleri de büyüdü akan zamanla birlikte. Kırmızı bisikleti paslandı ve depodaki hurdaların arasında yerini aldı. Çocukluk heyecanı doğa tutkusu, şehirleşmeye ve betonlaşmaya başladı. Dizindeki yaraların sadece “anı” dan ibaret olduğu yıllardı. İnsanların evlerinden dışarı çıkmadıkları, doğayı elektronik aygıtların arka planı olarak kullandıkları yapay bir döngünün içine sıkışıp kalmıştı. Materyalist duyguların ön plana çıktığı sosyalleşmenin aşırı derecede önemli (!) olduğu kentlerden birinde yaşıyordu. Beyin hücrelerini, her gün bakmak zorunda olduğu gereksiz ışık yayan ekran bitiriyordu. İşten eve geldiğinde sadece uyumak istiyordu. Seslerden, görüntülerden uzakta. Mümkünse yağmur tanelerinin cama vurduğu bir yerde saatlerce uyumak istiyordu.

Bu kente ayın on üçünde taşınmıştı. Yatağını da her zamanki gibi sağ duvara dayamıştı. Çünkü insanlara uğursuzluk getiren batıl inançlar onun için uğurlu bile sayılabilirdi. Çok da takmazdı zaten bu konuyu. İnançlarını kendi içinde yaşar dışarıya taşırmazdı hiç. Sadece kendiyle anlaşabilen insanlardandı. Ne zaman içindeki kelimeleri seslendirmeye çabalasa insanlar tarafından yanlış anlaşılmış ve dışlanmıştı. İç dünyası ile dudaklarından dökülen kelimeler birebir aynı değildi. Algı referansı değişik aralıklarda olmalıydı. Birçok tökezlemeden sonra buna karar verdi. Sessizliğin iç dünyasını seslendirdiğini anladı. Sosyal (!) bir şehirde yalnızlığın tadını çıkarıyordu. Hesap verdiği sadece kendi vicdanıydı.

Küçüklüğünden beri günlük tutardı. Öyle her günü uzun uzadıya yazmazdı tabii. Ayda bir iki gün yazdığı bile olurdu ya da altı ayda bir. İlgisini çeken bir söz, film repliği, onu etkileyen bir çizim, rüyasında gördüğü bir sembol olurdu defterinde daha çok. Sayılarla arası pek iyi değildi ama son zamanlarda rüyasında sayıların yandığını görüyordu. Her seferinde de aynı sahne gözünün önüne geliyordu. Bu sayıları rüyasında gördüğü şekliyle defterine resmetmişti. Defterini karıştırırken bu resmi on üç kere çizdiğini fark etti. Umursamadı, tesadüf olduğunu düşünerek defteri kapattı ve derin bir uykuya daldı.

Alarmın sesiyle yerinden fırladı ve üç dakika içerisinde giyinip işe gitmek için evden dışarı çıktı. Soğuk, sisle kaplı bir gündü. Esrarengiz maskesini takmıştı şehir. Gizemli bir gün olacağa benziyordu. Köşedeki büfeden bir sandviç alıp sabah kahvaltısını yaptı. Hızlı adımlarla iş yerinin önüne gelmişti ki yerde kan kırmızı boyayla çizilmiş bir sembol gözüne takıldı. Yürümeye devam etti ama aklı geride bıraktığı o işaretteydi. İçindeki ses geri dönmesi gerektiğini söylüyor, ayakları hunharca karşı çıkıyordu. İçindeki ses galip geldi ve tam kapıdan girecekken ani bir manevrayla geri döndü. Yerdeki sembolü bir yerlerden tanıyordu. Ya bir filmden ya bir kitaptan ya da her gün geçtiği harabe sokakların duvarlarından…

Sokaktaki asırlık ağaçtan kocaman bir yaprak sembolün üzerine düştü ve sonra bir tane daha. Tam on üç tane yaprak duruyordu kırmızı boyalı şeklin içinde. Aklını kaçırdığını düşündü bir an. Zihnindeki kapalı odaların aydınlandığını ve bir orman uğultusuyla dolduğunu hissetti. Anlayamadığı bir enerji ona bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Aklına defteri geldi… Tabii ya bu sembolü defterine çizmiş olmalıydı. Aklındaki soru işaretleriyle sisli bir mesaiye başladı ve saatler yıllar kadar yavaş geçti.

Eve geldiğinde üzerini bile çıkarmadan hemen defterini aldı eline. Sayfaları hızla çevirdi ve sembolü aradı. Birçok sayfaya çizmişti. Hem de rüyasında gördüğü yanan sayıların resminden hemen önce çizmişti her seferinde. Korkuyla kaç tane olduklarını saydı. Nefesini düzenleyerek sakinleşmeye çalıştı. Tam on üç taneydi işte. Sayılarla sembol arasındaki bağlantıyı bulmalıydı ve neden on üç tane olduklarını. Sembolle ilgili araştırmalar yaptı hemen. Hatta insanların artık pek uğramadığı kütüphaneye bile gitti. Eski dini kitapların arasında kayboldu ve araştırmalarının sonucuna inanmak istemedi.

Altı köşeden oluşan kırmızı doğa tanrısı sembolü… Doğa, tanrının yarattığı bir mucizedir. Topraktan oluşan insanoğlu doğanın sürekliliğini sağlamak için yaratılmıştır. Ayın on üçünde doğan ve rüyalarla kutsanan adak, on üç yaşına geldiğinde ruhuna doğa tılsımı işlenecek ve on üç yıl geçtiğinde on üç sembol hayat defterine çizilmiş olacak. Tılsım tamamlandığında semboller yanan sayılara dönüşecek ve adağın rüyasında açılan bir kapıyla doğa adağı içine alacak ve yüz yıl boyunca yeni bir adak gelene kadar yeryüzündeki ormanlar adak kanıyla yeşerecek.

Karanlık bir gecede toprağın nemli yüzü onu içine çekiyordu. Vücudunun her bir parçası yer altına gömülür gibi sarsılıyordu. Nefesi tanıdık gelmiyordu kendine ve gittikçe sıklaşıyordu havayı alıp verişleri. Asırlık ağaçlarla çevrili terk edilmiş bir ormandaydı. Avuçlarına kazınmış yanık sayı izleri ve kesikler her şeyi açıklıyordu. Gökyüzündeki sise gözlerini sımsıkı kapatarak şunları fısıldadı “ Hikâyenin sonu bu: Yolun sonunun tereddütten ibaret olduğunu bilmek ve kendini adamak doğaya.”

Aylin ALAGÖZ/ 2013

29 Ocak 2013

KİTAPLARDAN ALINTI HAYAT




Beynime nüfuz etmiş bir cümleyle uyandım. “Kitaplardan alıntıdır hayat.” Bu cümleyi gece boyu rüyamda tekrarlayacak kadar düşünmüş olmalıyım. Kitaplarla çok haşır neşir olduğumdan mı, doğruluk payının bir kısmını hayatıma boca ettiğimden mi, bilinmez. Fark ettim ki tam anlamıyla yüzde yüz ben olduğum bir hayatım yok. Maslow’un hiyerarşisinde en fazla dördüncü basamağı temsil edebiliyorum kendimce. Aslında hiyerarşiye de çok sıcak bakanlardan değilim. İnsanı belli kalıplara sokan toplumsal rollere de ısınmış değilim henüz. Kabul ettiğim bazı noktalar var o kadar. Daha biz bebekken öğretiliyor tekdüze kalıplar. Bizi şekillendiriyor annemiz, babamız ve çevre. Sosyal çevre dediğimiz kaos. Etrafımızda olan milyonlarca duygu, davranış şekillerinden bize(!) en uygun olanını giyiveriyoruz üzerimize. Bir kabuk yaratıyoruz kendi dünyamızın içinde.

Hayat Bilgisi dersinde çocuklara “özel, tek, biricik” olduklarını hissettirmeye çalışırken buna ne kadar inanıyorum ki kendi içimde. Özel miyim? Kendime mi aitim gerçekten? Donanımımı ben mi yarattım dışarıdan hiçbir baskı(!) olmadan? Kendi kendimle mücadele vermiyor muyum çoğu zaman?  Bir şarkı, bir kitap, bir film, bir insan fikri yaşamımın tam ortasında duruyor zaman zaman. Hücrelerimi ele geçirip yeniliyor, değiştiriyor kimyamı. Cesaretim ve öz güvenim kendi çizdiğim sınırların dışına taşamıyor. Sorsalar özgürüm ya!

Tecrübeleri, bir çocuğun legodan yapılma yüksek bir kulesine benzetiyorum. Alt zemin büyük parçalardan oluşuyor ve oldukça sağlam. Yukarı çıkıldıkça sağlamlık azalıyor ve inceliyor parçalar. Kırılganlık ve korku var en zirvede. Bir insana duyduğumuz güven gibi. Çocukken sağlam ve sarsıntılardan etkilenmiyor. Yıllar geçtikçe minik bir sarsıntıyla bile yıkılabilen kulemizde insanlara güvenmek artık o kadar da kolay olmuyor. Diyelim ki güvendik. Bilgi birikiminin ve farkındalıkların çoğalmasıyla içimizdeki şüphe de doruklara çıkıyor. Ve o ufacık sarsıntı er geç bizi yakalıyor. Büyüdükçe daha yalnız, daha korunaksız kalıyoruz. Etrafımızda kendimizden, aşılmaz duvarlar yaratıyoruz.

Kendimizle baş başa kalıyoruz çoğu zaman. Daha çok okuyor daha çok yazıyoruz. Kapandıkça kapanıyoruz içimizdeki kabuğa korunma içgüdüsüyle. Yazıya başlamadan önceki halimi düşünüyorum da... Daha az irdeliyordum insanları, kendimi. Boşvermişliklerim çoktu. Mutluluk çıtam, en yükseğe ulaşabilmek için çırpınıp duruyordu. Yeni heyecanlara açıktı kapım. Korunaksızdı duygularım. Kim olduğumu bile sorgulamıyordum çoğu zaman. Empati hayatımın her anına nüksetmemişti henüz.

Yazmanın birinci kuralının “yalnızlık” olduğunu okumuştum Elif Şafak’ın Firarperest’inde. Buna katılmakla birlikte kendimce ekleyeceğim maddeler de var tabiki. İnsan hallerini derinlemesine gözlemlemek ve bazı entel, dantel insanların burun kıvırdığı yazarları okumak. Ve kendini kurgulanmış hayaller denizine bırakmak. Gerçek hayatta yaşayamadığımız özgürlüğün kanatlarını çırpmak. Ve son olarak paylaşmak. Bir fikir ,bir duygu asla paylaşılmadan çoğalmaz. Bir öykü yazılmadan yaşanmaz. Bu yüzdendir ki “Kitaplardan alıntıdır hayat.”

Başka dünyalara başka bedenlere aç ruhumuz, sadece yazılarla ve kurgularla canlanacaktır. Topraktan yaratılmış insanoğlu kendini kelimelerle yeniden inşa etmedi mi yüzyıllardır! Ve insan olmaya çalıştığımız bu kargaşada ne kadar kendimizi bulmaya yoğunlaşsak da anlarız ki “Kitaplar hayattan alıntıdır.” Ve her kelime zerresi bir yaşanmışlık kanıtıdır.

Aylin ALAGÖZ/ 2013

27 Ocak 2013

ŞEHİRLEŞTİRİLMİŞ BİR GÜN




Hızlı ve hırçın geçen bir günün son saatleriydi. Sokakta mutlu insanlar, içkinin tesiriyle çakırkeyif tavırlarla İstanbul’un tadını çıkarıyorlardı. İstanbul’un asıl sahipleri tarihi binalar, her günün ardından değişen insan yüzlerini ağırlıyorlardı. Hiç bıkmadan, usanmadan yüzyıllardır değişen insan manzaralarına kucak açıyorlardı. Ne aşklar ne hayaller ne sevinçler ne kırgınlıklar ne üzüntüler sinmişti yorgun duvarlarına... Yaşanmışlıklardan oluşan bir yığındı İstanbul. İnsan parçalarının gelişigüzel birleşimi... Döngüsü hiç bitmeyen, hiç uyumayan, hiç dinlenmeyen yorgun bir savaşçıydı. Dolup boşalan otel odaları gibiydi. Bir kadının sakladığı tozlu ama heyecan verici bir sırdı gecenin karanlığında. Gülümserken hüzünle buluşabilmekti arnavut kaldırımlarında.

Son saatleriydi günün... Ve o tek başına, tarih sinmiş sokaklarda yürüyordu. Aklında sadece yaşam ve aldığı nefesin ciğerlerine verdiği haz vardı. Her yenilgiden, her pişmanlıktan sonra kendini eskimiş, insanlaşmış İstanbul’ a teslim ederdi. Gevşemek için, onun yaşanmışlıklarından bir parça koparabilmek için... Yeni yüzleri keşfetmek bu keşmekeşte... Sürreal bir bakış açısıyla sarılmak bu şehre... Ne zaman boşluğa düşse, bu şehrin insanlaşmış sesiyle karşılaşırdı. Hadi derdi fısıltıyla sana mutluluk sinmiş bir parçamı sunuyorum. Gülümseyeceğin anıları biriktir ve umursama derdi. İnsanların aksine, onu her haliyle kabul etmişti. Belki de sevmişti...

Küçük bir metrekareye sığdırdığı hayatı ve seçimleri vardı. Uzaktan gözlem yapmak ve gerekli olmadığı zamanlarda konuşmamak için programlanmıştı adeta. Bu konuşmama huyu, kırıldığı zamanlarda ve kendini ifade edemeyeceğini fark ettiği anlarda da devreye girerdi. Etrafını camdan bir bulutla sarardı. Sessizliğe gömülmüş hava akımından yoksun bir ortamda... Konuşsa sanki her şey daha da birbirine girecek ve çözülemeyecek bir düğüme dönüşecekti. Bu yüzdendi kaçmaları... İnsanlar yerine kendine ve bu şehre sarılışları... Yalnızlığı ile seviyeli bir ilişkisi vardı. Vazgeçemezdi ondan. İçindeki yalnız ve güçlü kadından... Onu anlamayacak insan yığınındansa kendiyle baş başa kalıp kendi kendini çoğaltmak daha mantıklıydı. En doğrusunun bu olduğunu da düşünürdü zaman zaman.

Günün son saatlerini düşünceleri ile tüketmişti yine. Kendine bir artı veya bir eksi getirecek tecrübeleriyle kapanmıştı gün. Yeni bir güne uyandığında biraz daha değişmiş, biraz daha şehirleşmiş, biraz daha yalnızlaşmış, kendi içinde bir orman yeşertmiş olacaktı.

Güneş yepyeni umutları getirir gibi doğdu küçük dünyasının kuytu karanlık odalarına. Farklı kararların çiçek açtığı bir bahçede buluverdi kendini. Tazelenmiş aydınlıklarla buluşan gökyüzünde... Bunun adının “Aşk” olduğunu aylar sonra fark edecekti. Ve hiçbir insanın “Aşk” olmadan yenilenip değişemeyeceğini. Kozasını terk edemeyeceğini... Tesadüfleri ona yeni bir kapı aralıyordu. Bu sefer dışsallaştırılmış bir dünyası olacaktı. Rüyalarının çoğu gerçek, gerçekleri ise kabusa dönüşüverecekti. Hayır, masal kahramanı değildi o. Senin, benim gibi sevinçler ve kırgınlıklarla yoğrulmuş bir candı. Kumar oynamayan insanlar cennetinde de yaşamıyordu. Gerçek dünyada gerçek acılara soyunuyordu benliği.

Ufuk çizgisini genişlettiği bu şehirleştirilmiş günde tamir ettiği beyaz kanatlarına elbette ihtiyacı olacaktı. Nefesini ilk güne adadı ve geçmiş düşüncelerinden bazı parçaları küf kokan İstanbul sokaklarına armağan etti.

Aylin ALAGÖZ/ 2013


23 Ocak 2013

HAYAL PEŞİNDE



Bir bakış mı demişti şair?
Yoksa içten bir dokunuş mu?
Benden başka önemli olan ne var ki hayatta!
Kişiliğimden, sevgimden başka.
Kelimeler anlatmak, yazmak içinse,
Susmak neden yakışır insana.
Kaçmak niye başka boyutlara...

Bildiğim bir sır var demiştim.
Sırrımı gökyüzüne söylemiştim.
Bulutlara, güneşe, aya...
Duru sulara söylemiştim hayalimi.
Bir insanın"kötü" huyuna değil.
Bakışındaki alaycılığa hiç değil!

Tahta bir köprü değil mi ömür?
Bazı yerleri kırık, dökük.
Bazı yerleri sapasağlam, dimdik.
Yine de karşıya geçmeye değer,
Yolumuzu kesmeye çalışsa da engeller.

Dostlarına değer ver demiştim kendime.
Kendinden verebildiğin kadar yüce.
Ve içten olsun kısacık ömrüm.
Bir kelebeğinki gibi renkli, parlak.
Daima hayal peşinde uçarak...

Aylin ALAGÖZ / 2013

21 Ocak 2013

AŞK



Beyninden çıkan kırık seslere aldırmadan topladı etrafı. Gitme vakti gelmişti yine. Anılar biriktirdiği bu evden, bu kentten ve iz bırakan insanlardan uzaklaşma zamanıydı. Titreyen ellerini kendi bile fark etmek istemiyordu artık. Mücadele ruhu her geçen gün yok olup gidiyordu. Onu anlamayan insanlar denizinde boğuluyordu. Kimseyi kırmamak isterken kendini yaralıyordu. Paramparça ruhunu yapıştırmaktan yıpranmıştı.

"Aşk" ona çok nadir uğrardı. Uğradığında da acıdan başka bir şey vermezdi. Hayatın oyunlarını kurallarına göre oynamayı becerebilseydi keşke... Hamuruna biraz umursamazlık katabilseydi. İnsanlara gereğinden fazla kendi ruhunu açmasaydı. Dokundurmasaydı yüreğinin kırılgan noktalarına. Aşk acınası bir zayıflıktı. Söyleyememişti yine. Karşılık bulamayacağından emin olduğu içindi belki de. Kapılar kapanınca yüzüne hissetti bunu. Aşk ondan yine uzaklaşmıştı. Buruk bir hatıra yine başucunda...

Hafızasını silebilseydi keşke. Kırıldığında anlamsız kalp çarpıntısını yatıştırabilseydi. Kedi gibi hissediyordu işte kendini. Şefkate her zamankinden daha çok ihtiyacı vardı. Onarılmaya belki... Eline yüzüne bulaştırdığı can kırıkları her yerine batıyor. Koyu kıvamlı  kırmızı renkli bir sıvı akıyordu etrafa. Bilekleri kesilip akan sıvı  kalp damarlarını boğuyordu sanki. Işıklar, beyaz ışıklar... Bayılma anında gökyüzünde gördüğü sadece beyazlıktı. Gözleri kör eden bir beyazlık. Bembeyaz bir sessizlik...

Gitme vakti gelmişti bu kentten. Yeterince yara biriktirmişti bavulunda. Yazdıklarını topladı, kitaplarını. Düşüncelerini bir kenara bıraktı. Düşünemediklerini aldı yanına. Yol haritası kendine doğruydu. Belki önümüzdeki "yarın" lardan birinde düzelebilme ihtimalini düşündü. Kapıyı örttü ve soğukla buluştu.

"Aşk" yine tek kişilik oyununu sahnelemişti.

Aylin ALAGÖZ/ 2013