27 Ocak 2013

ŞEHİRLEŞTİRİLMİŞ BİR GÜN




Hızlı ve hırçın geçen bir günün son saatleriydi. Sokakta mutlu insanlar, içkinin tesiriyle çakırkeyif tavırlarla İstanbul’un tadını çıkarıyorlardı. İstanbul’un asıl sahipleri tarihi binalar, her günün ardından değişen insan yüzlerini ağırlıyorlardı. Hiç bıkmadan, usanmadan yüzyıllardır değişen insan manzaralarına kucak açıyorlardı. Ne aşklar ne hayaller ne sevinçler ne kırgınlıklar ne üzüntüler sinmişti yorgun duvarlarına... Yaşanmışlıklardan oluşan bir yığındı İstanbul. İnsan parçalarının gelişigüzel birleşimi... Döngüsü hiç bitmeyen, hiç uyumayan, hiç dinlenmeyen yorgun bir savaşçıydı. Dolup boşalan otel odaları gibiydi. Bir kadının sakladığı tozlu ama heyecan verici bir sırdı gecenin karanlığında. Gülümserken hüzünle buluşabilmekti arnavut kaldırımlarında.

Son saatleriydi günün... Ve o tek başına, tarih sinmiş sokaklarda yürüyordu. Aklında sadece yaşam ve aldığı nefesin ciğerlerine verdiği haz vardı. Her yenilgiden, her pişmanlıktan sonra kendini eskimiş, insanlaşmış İstanbul’ a teslim ederdi. Gevşemek için, onun yaşanmışlıklarından bir parça koparabilmek için... Yeni yüzleri keşfetmek bu keşmekeşte... Sürreal bir bakış açısıyla sarılmak bu şehre... Ne zaman boşluğa düşse, bu şehrin insanlaşmış sesiyle karşılaşırdı. Hadi derdi fısıltıyla sana mutluluk sinmiş bir parçamı sunuyorum. Gülümseyeceğin anıları biriktir ve umursama derdi. İnsanların aksine, onu her haliyle kabul etmişti. Belki de sevmişti...

Küçük bir metrekareye sığdırdığı hayatı ve seçimleri vardı. Uzaktan gözlem yapmak ve gerekli olmadığı zamanlarda konuşmamak için programlanmıştı adeta. Bu konuşmama huyu, kırıldığı zamanlarda ve kendini ifade edemeyeceğini fark ettiği anlarda da devreye girerdi. Etrafını camdan bir bulutla sarardı. Sessizliğe gömülmüş hava akımından yoksun bir ortamda... Konuşsa sanki her şey daha da birbirine girecek ve çözülemeyecek bir düğüme dönüşecekti. Bu yüzdendi kaçmaları... İnsanlar yerine kendine ve bu şehre sarılışları... Yalnızlığı ile seviyeli bir ilişkisi vardı. Vazgeçemezdi ondan. İçindeki yalnız ve güçlü kadından... Onu anlamayacak insan yığınındansa kendiyle baş başa kalıp kendi kendini çoğaltmak daha mantıklıydı. En doğrusunun bu olduğunu da düşünürdü zaman zaman.

Günün son saatlerini düşünceleri ile tüketmişti yine. Kendine bir artı veya bir eksi getirecek tecrübeleriyle kapanmıştı gün. Yeni bir güne uyandığında biraz daha değişmiş, biraz daha şehirleşmiş, biraz daha yalnızlaşmış, kendi içinde bir orman yeşertmiş olacaktı.

Güneş yepyeni umutları getirir gibi doğdu küçük dünyasının kuytu karanlık odalarına. Farklı kararların çiçek açtığı bir bahçede buluverdi kendini. Tazelenmiş aydınlıklarla buluşan gökyüzünde... Bunun adının “Aşk” olduğunu aylar sonra fark edecekti. Ve hiçbir insanın “Aşk” olmadan yenilenip değişemeyeceğini. Kozasını terk edemeyeceğini... Tesadüfleri ona yeni bir kapı aralıyordu. Bu sefer dışsallaştırılmış bir dünyası olacaktı. Rüyalarının çoğu gerçek, gerçekleri ise kabusa dönüşüverecekti. Hayır, masal kahramanı değildi o. Senin, benim gibi sevinçler ve kırgınlıklarla yoğrulmuş bir candı. Kumar oynamayan insanlar cennetinde de yaşamıyordu. Gerçek dünyada gerçek acılara soyunuyordu benliği.

Ufuk çizgisini genişlettiği bu şehirleştirilmiş günde tamir ettiği beyaz kanatlarına elbette ihtiyacı olacaktı. Nefesini ilk güne adadı ve geçmiş düşüncelerinden bazı parçaları küf kokan İstanbul sokaklarına armağan etti.

Aylin ALAGÖZ/ 2013


Hiç yorum yok: