10 Aralık 2015

PAPATYALAR ÖLÜRKEN



Ve kelimelerin anlamını yitirip paçoz giysilere büründüğü bir akşamüstü...
Ağır ağır üzerine çöktü bulutların tortusu, yüzüne vururken toprağın suya bürünmüş hali.Kaç saattir soğuk kayaya bütünleşmiş oturduğunun farkında bile değildi. Elleri buz kesmiş bedenini sarıp sarmalamıştı pamuktan yumuşak parmakları.Küçülmüştü koca deniz karşısında...Küçülmüştü martıların heybetli kanatlarının karşısında...Küçülmüştü hayatın karşısında..Küçücüktü işte kendi içinde... Bir noktanın bıraktığı iz kadardı. Ürperiyordu düşüncelerinden ama yine de vazgeçmiyordu onlardan.

"Bunca zamandır nerede olduğumu soracak olursan
Oldu bir şeyler demeliyim
Oturmalıyım bir taşa
kararan dünyada,
kendini yemiş bitirmiş bir nehirde.
Korumasını bilmiyorum yitirdiklerini kuşların
Geride bıraktığım denizi
Ya da çığlığını kız kardeşimin.
Nedir bu toprağın zenginliği?
Gün neden günle kapanıyor?
Neden karanlık gece çalkalanıyor ağzımda?
Ve ölüm neden? "

Gözlerini gökyüzüne araladığında ışıkla buluştu göz bebekleri. Rahatsız edici beyaz bir ışık...Hiç sevemedi şu beyaz ışığı zaten. Böyle havalar onu bunalıma sokar hayattan bezdirirdi.Sahi başının ağrısı da hep bu beyaz ışık yüzündendi değil mi? Daha az umursamalıydı küçük şeyleri, kendini bile...Dalgalar sonsuz bir döngü içinde kıyıya çarparken kafasındaki ünlemlerin izlerini de siliyordu sanki... Ağaçlar hüzünlü bir şarkıya eşlik ediyordu. Rüzgar yavaşlayıp gökyüzü mavileşmeye başladığında küçülen bedeni biraz olsun eski haline dönmeye başlamıştı...Kabuğundan çıkan salyangoz gibiydi. 

Gitmeliydi...
Papatyalar çoktan ölmeye başlamıştı bile...

"İşte menekşeler ve işte kırlangıçlar,
Sevdiğim her şey
Tatlı mesajlar veren günbegün
aktıkça zaman
tatlılığı artan
Kaçamayız biz, dişlerimizin arasından:
Neden kemiriyor boşa giden zaman
sessizlik kabuğunu?
Ne yanıt vereceğimi bilmiyorum."

Un ufak olmuş hislerini ceplerine sokuşturup hızlı adımlarla yürümeye başladı.Yeryüzü üzerinde tek canlı kalmışcasına...Yapayalnız. Ve ölümün soğuğu avuçlarının arasında...Yaprakları gövdesinden ayrılmış beyaz bir papatya...Kokusu sonsuza dek savurduğu o rüzgarda...


"O kadar çok ki ölümüz
Ve o kadar çok ki kızıl güneş önünde setler
Ve o kadar çok ki çarpık kabuklu başlar
Ve o kadar çok ki öpücüklerimizi engelleyenler."

Aylin ALAGOZ/Aralık 2015



7 Ağustos 2014

BİRİ


Biri gelmek üzere... Biri gelmeli...
Koridorda yankılanan kadın kahkahalarının boğucu havasını umursamayarak kalabalığın içinden geçti. Senaryo yazarlarının ukala bakışları arasında gözlerini boşluğa dikerek hedefine ulaştı. Oksijen taneleri akciğerleriyle buluştuğu için mutluydu. Parfüm kokularıyla bezenmiş yapay insanları ardında bıraktığı için huzurlu...

Biri gelmek üzere... Biri gelmeli...
Caddenin renkli ışıklarına karışarak yüzündeki makyajı gözyaşlarıyla sildi. Ayakkabılarının topuklarından kurtulup milyonlarca insanın gelip geçtiği caddenin sıcak, aşınmış taşlarını teninde hissetti. Kendi başarılarının tutsağı olmuş, herkes için erişilebilir lüks hayallerinin peşinden gitmeyi bırakmıştı artık. Hayallerindeki dünyanın aralık kapılarını kapatmış "belki" ile başlayan cümlelerin "ama" ile devam eden gereksiz açıklamaların üstünü tek hamlede karalamıştı.

Hep aynı hikâye... Yaşamının yaşanmışlıklarından kalan tortulaşmış birikintiler... Geriye kalan izler, izlerden oluşmuş tecrübeli "ben" ler...

Saçma yaşam döngüsünün üzerinde dönüp durduğu "yarın"lara inandığı yaşamının çıkmaz sokağa bağlandığını anlamıştı. "Kelimelere takılmamak " gerektiğini bir kez daha öğrenmişti. Sözcüklerin zamanla hükmünü yitirdiğini bambaşka bedenlere bürünüp bambaşka ruhlara sahip olduğuna defalarca tanık olmuştu. Defalarca başka iklimlerdeki insan kılıklarına aşık olmuş, defalarca yanılmış ve defalarca kendi kimyasına yabancılaşmıştı.

Biri gelmek üzere... Biri gelmeli...
Bu akşam "farkındalık duyuları" bir parfümün kokusuyla uyanmıştı. Üzerini zamanla örttüğü anıları canlanmış, senaryosunun içinde boğuluyormuşçasına bir his uyanmıştı bedeninde. Beyninin yıllarca sakladığı ve gün yüzüne çıkarmaktan korktuğu yaşanmışlıklar bir anda o kokuyla kalbinin sızlamasına neden olmuştu. Koşar adımlarla uzaklaşmaya çalışırken, terk ettiği geçmişinin kalıntılarına dahi basmak istemiyordu.

Caddenin kirli havasını soluyarak sabaha kadar yürüdü.İğreti hissetti kendini şehrin dinginliğinde. Ve bir müzikle irkildi kulakları. Yerdeki cam kalıntılarına basarak müziğin geldiği yöne doğru yürüdü. Müziğin ritminde kaybolup giden bedeninin parçalarına baktı... "Hiç"likle oluşmuş benliğine, gözlerini gözlerinden alamadığı "biri" tam da buradaydı. Şehrin görünmez son yolculuğundaki ufuklarda...

Biri gelmeli...

Aylin ALAGÖZ/ Ağustos 2014

29 Mayıs 2014

PORTAKAL KABUKLARI



Portakal kabuklarından yaptığı çayı yudumlarken düştü aklına..

Hiç olmaması gereken bir fikrin, yumurtayı çatlatarak can bulması gibiydi adeta. Yapı taşlarından oluşmuş zihni ve bedeni yerinden oynamış. Kendi içinde yer değiştiriyordu parçaları. Hem de hiç duraksamadan. Kendi içini yineliyordu durmadan.

Acılaşmış çayının son yudumunu içerken düştü aklına... Ve hiç yapmaması gerekenleri yaptığı anlamsız bir zamanda. Adaletin  Tanrı'ya kalmış olduğu karanlık Orta Çağ'da...

Yasaktı hayaller!
Yasaktı masal cümleleri!
Yasaktı insan olmak!

Vücudunun her zerresini bir kibrit çöpüyle yakabilir. Bir ritüelle varlığını sonlandırabilirdi.
Düşündü!
Yasak meyvelerle dolu gönül bahçesinin en ücra köşesinde sakladığı kırılganlığını..
Düşündü!
Saklanılamayan bir Dünya'da sakladığını sandığı anılarının yanı başına sığındı. Işık renklere isim verirken o da kendi gerçekliğine isim verdi.Ruhunun eşsizliğinde berraklaşan fikirleriyle bütünleşti.Parlak, sisli bir kağıtta, bir türlü olamayan bir fotoğraf gibi durmaksızın 
belirip kayboluyordu. Onun için ayrılmış rollerin hiçbirine sığamıyordu.

Çok eşitsiz ve çok haksız karşılaşma gibiydi aralarındaki ilişki.  Zıt rollerin çarpışması gibi. Hayatın basitliğine eklenmiş küçük bir ayrıntı gibiydi.Hislere minik bir dokunuş. Soft bir gecenin sabahı kadar dingin. Portakal kabuklu çay ve yeşil çay kadar alakasız. Bir Türk kahvesi gibi cezbedici...Aynı nakaratı defalarca tekrarlamak gibi...

Suskunluğuyla yutkunup düğüm düğüm olan boğazını sigara dumanıyla açmaya çalıştı. Açtığı kalbinin yamalı parçaları da dumandan nasibini aldı. Ve hiç yapmaması gerekeni yapmaktan , hiç olmaması gerekeni yaşamayı tercih etti.

Suskunluğuyla mücadele etmeliydi "ama" ile başlayan cümlelerini bir kibritle yakıverdi. Kendi Orta Çağ'ının karanlığında bir devrim yarattı. "Mücadele" etmeliydi. Hayatın basitliğine, ahlaksızlığına, ahkam kesenlere ve içindeki sevgiyi köreltenlere karşı..

"Mücadele" etmeliydi.

Anılarının sıradan olmasına,
Vurdumduymazlığa,
Bir dost sarılışındaki sevgisizliğe,
Dakikaların acımasızlığına,
Yüzündeki gülümsemenin sahteliğine karşı "mücadele" etmeliydi.

Yeni güne elinde sıkıca tuttuğu kibrit çöplerini teker teker yakarak başladı ve değişim onun için zaruriydi.

Bir yudum sevgiyi yüreğinde barındıranlara,
Portakallı çayım gibi içimi ısıtanlara...

Aylin ALAGÖZ/ Mayıs 2014


10 Mayıs 2014

BEYAZ BİR TON



Herkes sanki uzun bir tatile gitmiş gibiydi.Pencere pervazları ıssızdı. Toza bulanmış kaldırımlarda uçuşan sonbaharın kuru yapraklarıydı. Yalnızlığın insanın midesini ekşiten, canını acıtan, tüm bedenine baskı yapan krampı hissetti vücudunda. Seslenişleri kendi içinde sessizliğe bürünüyordu. Dudaklarından çıkan kelimeler kendi varlığını anlamlandıramıyordu artık. Bekledi... Denizin saydam maviliğini seyre daldı.Mühürlü dudaklarındaki anıların lezzetini hissedercesine. Bekledi...

Rüzgar dolaştı saçlarında.Usulca okşadı yumuşak dokunuşlarıyla... Sol tarafında yükselen güneş yavaş yavaş ısıtıyordu bedenini. Silik bir karakalem çalışması gibi belli belirsiz görünen şehrin silueti belirmeye başlamıştı. Bu suskunluk kırık kalplerin şehirleştirilmiş hapishaneleri miydi yoksa ! Sıkışmış insanların suskun çığlıkları bu siluete mi hapsolmuştu!

Isınan bedenini özgür bırakıp yürüdü. Sert bir zemini süpürüyordu narin ayakları. Geçmişi ve geleceğini kapsayan bir salınım hareketiydi vakit. Ne zaman en uzağa gitse başladığı noktaya daha yakındı nedense. Uzaklaşmak mümkün mü kendinden ! Attığı her adım bir öncekinin hep peşindeyken! Yürümeye devam etti. Çocuk değildi artık. Oyun zamanı çoktan sona ermişti. Bir oyunun sahne arkasına sığdırılmıştı düşleri. Gözlerden uzak... Yürüdü...Kalp ritimleri hızlanıp kaburgasından fırlayacak kıvama gelene kadar saatlerce yürüdü.

Karanlık göklerin ardından gelen bir bulut gibi çöktü şehrin renklerinin üzerine. Lambaların yalancı, ruhuna yabancı renkleri kaldı sokaklarda. Sorgu odasına alınmış bir kalple baş başaydı. Somutluklardan sıyrılıp kendi soyutluğuna soyundu. Herkesten uzak yalnız bir tatile ihtiyacı vardı. Suluboyayla boyanmış gelişigüzel bir hayata..Karaltının içinde beyaz bir tondu artık. Gerçek ve hayalin ötesinde...Bitti...Bitmez dediğimiz hikayelerin sonu gibi "yokluk" hissi ile bitti.

Aylin ALAGÖZ/ MAYIS 2014

13 Ocak 2014

SANA MI KALDI BU VAKTİN SEYRİ!



Çözüldü...Utancından ölecek halde buldu kendini. Uzuvlarının baskısıyla iç organlarının birbirine çarptığını hissediyordu, beyninde isimlendiremediği bir zonklama hakimdi. Nefti yeşili duvarların üzerine karanlık bir sis gibi çöküyordu gece. Yaşayamadığı bir anın kuru kalabalığı vardı içinde. Gereksiz anların yorucu girdaplarında sürüklendiği vaktin tırnakları ensesine batıyordu. Bir daha geri gelmemek üzere çıkıp gitmek istiyordu o kapıdan. Geride bırakmak, geçmiş zamanın paramparça ettiği tozlu döküntülerini... Başkalarına ait deri parçalarından sıyrılıp doğaya karışıp bütünleşmek sonsuzla...

Eliyle uzandığı şişeyi ters çevirip içindeki son damlanın halıyla buluşmasını seyretti. Dinginlikti hissettiği... Yıllardır aradığı bir tutam huzurun damlası. Damla kuruyana kadar,dudakları hayatının kilit noktasını defalarca söylemeye koyuldu " Sana mı kaldı bu vaktin seyri!" 

Kalmazdı tabii. Ne kırış kırış yüzlere kalırdı ne de saten tenlere. Kalbi kayalaşmış tortulaşmış  insan(!) yığıntılarını es geçip ona mı kalacaktı. Laf işte... Kibirle bakan bir gizin nahoşluğu ile kapattı gözlerini. Çözümlerindeki çözümsüzlüklerin düğümünde kayboldu. Kafasının en aleni yerinde kapkara bir leke çoğalıyordu sanki. Parlak metal bir bıçakla kökünden kesip atmak istedi bu lekeyi.Saniyeler içinde vazgeçti. Son perdeyi doyasıya izlemeliydi. Hayat denen düzeneğin sürmesindeki en önemli raconu unutmalıydı. Unuttuğu zaman gerçekten var olabilirdi. Ve var olabilmek bozuk bir saatin dakikalarına eşdeğerdi.

Çözüldü ve utancından yaşamaya değer buldu kendini.Doğruldu.Karıncalaşmış beynini her zamanki rutinine uydurup kendi vaktinin seyrini yaşamaya gitti...

Materyalist Dünyada maddeleştiğimiz her dakika için...

Aylin ALAGÖZ / Ocak 2014

21 Aralık 2013

LA MİNÖR


Kendimizi şanslı hissettiğimiz günler vardır ya... Her şeyin yolunda gittiği, kuşların kanatlarını özgürce açtığı, yürüyüşlerimizin melodilere dönüştüğü, duygularımızın bedenimize tam geldiği... Hepsi bir anda nasıl yok oluverir dersin? Heyecanın kırılması kadar somut bir duygu tatmamıştım dersin o an. Lokmaların kursağımızda kalması gibidir bazen. Ya öksürüp dışarı atarsın ya da bir bardak soğuk suyla hazmetmeye çalışırsın. Hangisi daha iyi henüz anlayabilmiş değilim. 

Atsan bir türlü yutsan bir türlü bazı konular. "Zamana bırakma" diye bir kavram uydurmuşuz böyle anlara. Bedenimize uysun diye uğraşıyoruz. Dar geliyor bu kavram bana dar geliyor...Zamanıma uymuyor ruhuma dar geliyor. Eşleyemiyorum bir türlü hevesi kırılmış yarım kalmış heyecanlarımı... Dizginleyemiyorum içimde kopan fırtınaları. Boyun eğmek istemiyorum haksızlıklara, tek taraflı bakış açılarına, empatiden yoksun insanlarla aynı havayı solumak zor geliyor. 

"Değişim" insanlar için çok yönlü olmalı. Gregor Samsa'nın dönüşümü gibi olmalı belki de. Anlayabilmeli insan elindekinin kıymetini. Tabii kaybedince neye yarar bu değer. Azalmaz mı her kayıpta? Baştan anlamalı o zaman. Bilincinde olmalı her şeyin. Açık oynamalı kartları. Sözcükler ardına saklanmamalı. İçimizdeki incileri erişilmez diplere sürüklememeli. Sunmalı, en güzellerini... Hak edenin avuçlarında değerlerini bulmalı...

Belki de makus kaderimiz bir "la minör" ile değişmiştir. (Bkz. Angie ) Kayıp bir şarkının ilk melodilerindeki heyecan kadar huzur ve umutla yoğrulmuşuzdur bir zamanlar. Masumiyet dediğimiz şey kaybolmamıştır belki de. Sırtımızı çevirdiğimiz yönde olsa gerek! Çıkarmaya cesaret edemediğimiz bir yerde...  Eskimeye yüz tutmuş o kelimelerin girdabında kaybolmuştur belki de... Ya da "hiç"lik denizinin dibini boylamıştır da çoktan haberimiz bile olmamıştır.

Velhasıl hep başkalarında olan "şans" dediğimiz şey, bir gün kadar yakındır ya da sönmüş bir yıldızın parıltısı kadar uzak....

 La minör ile başlayan şarkının bana getirdiği şans kadar parmaklarımın ucundadır hayat. Yeterki  dar gelmesin zaman!

Aylin ALAGÖZ/ Aralık 2013

20 Kasım 2013

ÜÇ YAĞMUR TANESİ




Hayattan çaldığı üç yağmur tanesini çizik çizik olmuş, yıpranmış, rengi griden siyaha dönmeye yüz tutmuş ufacık ellerinde sıkıca tutuyordu. Avucunu açsa uçup gidecekti tanecikler bilmediği o ıssız diyarlara. Dönüşü olmayan dağların ardına kaç tanesini göndermişti bu güne kadar. Nefesini bir düzene oturtmaya çalışırken zamanın tiktakları ileriye doğru işliyordu işte. Zamanı durdurup içinde kilometrelerce koşmak isterdi. Havadaki kuşun kanadına dokunmak, denizdeki balığın tenini hissetmek, rüzgarın yönsüz oluşuna şahit olmak, güneşin hep aynı sıcaklıkta hep aynı yerde ona gülümsemesini izlemek, uçurtmaların hep göklerde kaldığı bir dünyayla buluşmak, ağlayan insanların gözyaşlarını silip, gülümseyenlerinkini sonsuz kılmak...

Avuçlarında yağmur taneciklerini sıkıca tutarken yüreğinin ibresini başka yöne çevirdi. Hayallerinin ve sonu olmayan hikayelerinin naif dünyasına...Güçlü gibi görünen yanlarının, eksik ve hatalarla dolu oluşuna... Doğru sandıklarının aynı zamanda binlerce yanlış barındırmasına... Ön yargılarından oluşmuş kalıp yargılarına... İçindeki büyüyemeyen duygusal çocuğa...Kötülüklerin insanların devamlı çalışan bir organı olmasına... Hayretlerin planlanmış ucuz hikayeler oluşuna...

Anlama yetisinden uzaklaşmıştı bugünlerde. Gözlemliyordu elindeki üç yağmur tanesiyle etrafını..Kendini, insanları, yaşadığı hayatı...Bıraksa yok olacaktı sanki her şey. Yer yarılacak ve kaybolacaktı gerçek sandığı her şey. Tutunduğu dalların kurumasına izin verir mi insan? Yaşamaya (ç)alıştığı hayatını bırakabilir mi hemen? Bukalemun gibi her renge sahip hepsine ait olabilir mi isteyince?...

 "J'ai tout oublie" şarkısı çalarken yüzündeki belirsiz gülümseme, yanaklarında oluşan o muhteşem enerji gibi olsaydı yaşamı. Söylenen her kötü sözü unutabilseydi ruhu... Planlı plansızlıkların içinde özel anları barındıran, dingin, özgün, her sabah uyanmak için can atan bir bedene kavuşsaydı... Şarkıların içimizi doldurduğu gibi olsaydı herkes. Sohbetler muazzam, arkadaşlıklar eşsiz olsaydı...

Bitmeyen bir rüya tasarlasaydı elindeki üç yağmur tanesiyle: Sen, ben, biz olsaydık bu tanecikler... Ve çok sevdiklerimiz bizi hiçbir zaman bırakmasaydı...



Aylin ALAGÖZ/ Kasım 2013