30 Eylül 2012

KAYIP GERÇEK



Rüyalarında gerçeği yaşayan biriydi, uyandığında en büyük kabusu başlıyordu: yaşamak...Gün bitimine kadar uyuşmuş duygularını su yüzüne çıkarmadan yaşamayı becerebildiyse kahvesini daha keyifli içiyor, sigarasının dumanları ciğerlerini bir sevgili gibi sarıp sarmalıyordu.Uzun ve kasvetli düşüncelerden uzak durmaya çalışıyor kurduğu mutluluk düşlerinde yaşıyordu. Yapılacak işleri yapıp vücudunu derin bir keyfe devretmek için yatağına uzanıyordu.

Üst üste yığılan karmakarışık renklerin içinde kahverengide karar kılan tuhaf hayatını düşündü bu gece. Ya o başaramamıştı ya da hayat ona saçmalıklarını art arda sunmuştu. "Neden ben?" demek de gereksiz bir cümleydi ona göre. Gerçekten mutlu, aradığını bulan kaç tane insan vardı ki? Sadece kendini inandırmış, kandırmış insanlar vardı. Sahte mutluluk sarhoşları!!!

Hayatı izlemekti çoğu zaman yaptığı... Ne zaman hayatın içine doğru bir adım attıysa sert bir rüzgar onu çemberin dışına itti. Kimileri buna "şans" diyordu, kimileri de "kader"... Bir tek o biliyordu sert kayalara çarptığını. Anlamaya çalışmak bazen anlaşılamamaya sürükler ruhu. Kapandıkça kapanır düşünceler, duygular...Gözde bir buğu kalır geriye ve sadece susmalar... O da öyle yaptı: Baktı ve sustu... Bazen de güldü, kahkaha attı. Kimilerine göre "sinirsel" kimilerine göre "hissel"... 

Ona göre artık "gerçek" rüyalarıydı, yaşadığı dünya ise aklının karmaşık oyunu. Halüsinasyonlarla ve bir sürü gereksiz insanlarla dolu. Bedenini reddetmiş, ruhuna sarılmış bir hayattı. Tek ve yaşanmamışlıklardan oluşan bir rüya gören yalnız bir ruh. Siz hiç ölüme yakın oldunuz mu? İşte onun gibi bir şey...


Aylin ALAGÖZ/ 2012

25 Eylül 2012

MEVSİM GEÇİŞLERİ




Sessizce yürüyen ayak izlerin
Mevsim geçişleri kalbimin
Başlangıçlara doğru,
Sonsuzluğa uzanan ellerin...

Bir varmış bir yokmuşların
Güneşi olmuş bakışların
Yeniliklere doğru,
Bana bakan anıların...

Filizlenen yeni bir gizemin
Gülüşlerde saklanan gamzenin
Sonbahara doğru,
Yapraklarını dökmüş düşlerin...

Farklılıkların, aynılıkların
Kenetlenmiş duyguların
İnançlara doğru,
Vazgeçilemeyen insanların...

Aylin ALAGÖZ/ 2012



20 Eylül 2012

BİN YÜZ BİR YÜZ

 
 


Hiç bitmeyen bir hikaye yazmak isterdim. Sonu bilinmezliklerde kaybolan, içinde hep kahkaha olan bir hikaye...İnsanların sadece gülen yüzünü gördüğüm, sahtekarların olmadığı bir düşte geçen hikaye...Bu söylediklerim o kadar imkansız ki! Hayatınıza değer kattığını sandığınız insanlar hiç sebepsiz yere sizi üzmeye bayılırlar. Her gün yüzlerinde farklı bir maske... Gerçek yüzleri hangisi ayırt edemezsiniz. Etrafınızda gülen sahte dudaklardan ibarettirler bazen. İçten içe kuyunuzu kazan, farklı düşünceler besleyen...
 
Çok sevdiğim bir söz var: "Herkes ederi kadar!". Gerçekten de öyle! Eninde sonunda o maskeler düşer, ucube yüzleri çıkıverir ortaya. İnsan kendini ne kadar uzun süre saklayabilir ki zaten? Ne kadar gizleyebilirsin huyunu, suyunu... Başkasının kılığında ne kadar dolaşabilirsin? Ruhun yorulur, düşüncelerin yorulur, bedenin yorulur. İçindeki pislik zamanı gelince akıverir işte. Genelde tartışmalarda ortaya çıkar bu durum. Eğer bir taraf bağırıyorsa emin olabilirsiniz maskesinin biraz sonra düşeceğine..
 
Bir de her şeyi kendi üzerine alınan insanlar vardır. Ne yapsanız, ne söyleseniz kendileri için söylediğinizi düşünürler. Aman ha! Uzak durun bu hastalıklı kişilerden! Resmen patlamaya hazır bir bombadır ve ne yapacakları bilinmez. Çantalarına bir psikologun kartını atarak yardım edebilirsiniz bu insanlara.
 
Kendini sorgulayan insanlardan hiçbir zaman korkmadım. Kendini bilen insan bunu her zaman yapar zaten. Kendi eksik yönlerini de görmeyi bilir. Hatalarının da farkındadır zaten. Bu özelliğin de sonradan kazanılacağını düşünmüyorum açıkçası.Yetişkin birine kendini sorgulamayı öğretmek, empati kurmasını istemek bi yere kadardır. Aile; çocuğunu bu şekilde yetiştirmelidir. Ne yazık ki çok kaliteli olduğunu düşünen insanların da yetişme tarzında kesinlikle bir sorun vardır. Belki bu yazıma sinir olanlar çıkabilir. E olsunlar diye yazdım bende zaten :))) Ne demişler "Herkes ederi kadar!"
 
Aylin ALAGÖZ/ 2012

14 Eylül 2012

İSTANBUL




Elimde güzelliklerin dört bir köşesini aynı anda gösteren bir dürbün olsa... Çıksam İstanbul'un en yüksek tepesine...Teknolojiyle bağlarımı koparsam bir günlüğüne. Biliyorum, İstanbul hareketli, gürültülü, yorucu ama bazen de içine kapanmış yaralı bir kadın gibi suskun. Bir çocuğun gülüşü kadar masum bazen de... Canını acıtanlara hırçın, kalabalığa öfkeli... Keşfedildiklerinde keşfedilmeyi bekleyen bir genç kız gibi...Hayali olmayanların bile hayali...

İstanbul'u yaşamak bir günlüğüne istediğim... Caddelerinde yürümek, sahilinde dinlenmek, kafelerinde oturmak değil istediğim. Bu şehre uzaktan bakmak. Milyonlarca insanın üzerinden gelip geçtiği bu şehre uzaktan bakmak. Gülen yüzünü keşfetmek, acılarını dinleyip dertleşmek. Hem kendimi hem İstanbul'u anlamak. Kendi içimde bir İstanbul yaratmak...Ya da uzaktan öylece izlemek. Kendi hikayemi yazmak Eylül esintisinde.

Kendimi tatlı serinliğinde boğazın akışına bıraksam, duygularım serbest, söylediklerim hükümsüz, söyleyemediklerim yağmur damlası olsa üzerime yağsa...Kokusunu içime çeksem sevgiliyi koklar gibi. Uçup giden martılar olsam gökyüzünde. Tezatlıklarını görsem, aşklarına, kavgalarına misafir olsam... Tarihinde kaybolsam...Kötülüklerine aldırmadan yürüsem caddelerinde, dokunsam bitmek bilmeyen yaşam enerjisine...Acıları es geçsem, hafif bir melodiyle yürüsem...

İstanbul'un iki yüzü var bence. Biri elinde rengarenk balonlar tutan neşeli, heyecanlı, gülümseyen bir sevgili diğeri ise sigara dumanında boğulmuş, yorgun, cesaretsiz bir savaşçı...Bu şehirde yaşayanlar bilir, bazen biri oluruz bazen öteki...Yine de severiz bu şehri, bağlanırız ona kayıtsız. Ayrılınca özleriz. Çünkü; İstanbul yaşanması gereken en büyük aşktır. Yaşayanlar bilir...

Aylin ALAGÖZ/2012


4 Eylül 2012

SU




Yastığa her sarılışında o kokuyu duymaktan bıkmıştı. Hiçbir zaman sahip olamayacağı hayali kokuyu... Sadece kokusu kalmıştı kalbinin derinlerinde. Hafif bir manolya kokusu...Vasat şiirler gibi okunmamaya mahkumdu içi, hissettikleri... Camı açtı ve uzağa baktı. Kilometrelerce uzağa... Sonsuzluğa uzanacak gibi tek noktaya sabitledi gözlerini. Göz bebeklerinden hırçın yağmur damlaları bir bir akıp gidiyordu şehrin görünmezliklerine. Onu yoran bu şehri düşündü. İnsanın başını döndüren, vaktini bozuk para gibi harcayan, ruhunu uçan balon gibi göklere çıkaran, muhteşem ama acımasız bu şehri düşündü. Şehirlerin de ruhunun olabileceğini düşündü. Keşke Eski Yunan'da yaşasaydım diye iç geçirdi. Her şeyin bir tanrısı, her felaketin, her güzelliğin bir sebebi olurdu o zaman... 

"Neden ağlıyorsun bugün? Sen de mi içini dökmek istiyorsun sokaklara ya da seni anlayan kalplere? Sen de mi terk edildin yalnızlıklara? Savaşlarda sen de mi cephanesiz kaldın? Gönül verdiklerin başkalarının mı oldu hep? Hep mi aldandın, hep mi inandın kahraman bildiğin hainlere?" Bu sorularla beynindeki ve kalbindeki satır aralarını doldurmaya çalışıyordu. Hiç boşluk kalmamacasına...Keskin bir bıçağın sivri ucuydu sanki. Battığı her yeri delip geçiyor, değdiği yerlere bile zarar veriyordu. En çok da sevdiklerine, ona yakın olanlara...

Yağmur sel olup akıyordu ıssız ve karanlık sokaktan. Aktıkça hem şehri hem içini temizliyordu. Gözlerini sıkıca yumdu, sık ve uzun kirpikleri birbirine kenetlendi. Hayatının baş rollerini verdiği o hayatları düşündü. Senaryosu kötü yazılmış hayat filmini. Yaşlı ellerine usulca baktı. Titreyen ellerine...Akıp giden gökyüzüne döndü yüzünü. Hızlı dönen dünyaya tüm keşkelerini haykırmak istedi. Kaybettiği aşkları...Keşkeleri ona geri verilseydi eğer heves uğruna seçtiği yanlış kişilerden uzak dururdu. Seçimlerini seçtiklerinden yana değil seçemediklerinden yana kullanırdı belki bu sefer. O kadar da sigara içmezdi belki... Nasihatlari sadece dinleyip içinden geldiği gibi hareket ederdi. Hayatına sahip çıkardı ve tüm keşkeleri derin bir mezara gömerdi. Gündüzlere aşık olurdu geceler yerine. Birine aşkla dokunurdu ve hiç bırakmazdı onu seveni. Çocuklarla çocuk olur neşe katardı hayata. Grilerle boyanmış duvarlarında renkli minik boya izleri olurdu. Anılar olurdu şu boş evinde. Yalnız olsa bile hatırlayacağı dopdolu geçmişi. Pişmanlıktan değil de kahkahalardan kırışmış yüzü olurdu şimdi. Keşke keşke geriye dönebilseydi, geriye akabilseydi her su... Gerektiğinde durdurulabilseydi akan su...

Akıp gitti hayatı işte avuçlarından bir su gibi, kirli bir su... Gözlerini açtı ve şehre yağan yağmur artık onun göz pınarlarındaydı. Durduramadı... Aktı, aktı, aktı...

Aylin ALAGÖZ/ 2012

1 Eylül 2012

KABUK TUTMUŞ YARA



İlkokulda gibiyim şimdi
Umutlarım taze
Vicdanım hür
Duygularım yıpranmamış
Ağlayabiliyorum hala...
Damlaları dışa akıtabiliyorum...
Koşuyorum güneşe, yeşillere
Bulutlarla oynuyorum
Arkadaşlarıma küsüyorum
Kimbilir kaç "aşk"ım oluyor
Ellerim, tırnaklarım kirli
Yüreğim tertemiz ve saf
Saatlerce hayal kurabiliyorum
Küçük oyunlar peşindeyim hala
Kağıtlara çizdiğim düşüm
Kendim, yaşamım, ailem
Dizimde kabuk tutmuş bir yara
Kimbilir hangi zevkli oyundan kalma
Anlayamadığım "Büyük"lerin oyunları
Sessiz sessiz planları, mutsuzlukları
Tersine dönen manzarasız dönmedolapları
Raflardaki tozlu hatıraları
Söylenmemiş yalanları

İlkokulda gibiyim şimdi
İçim bolca oksijen dolu
Kirlenmemiş henüz dünya
Sevebiliyorum hala insanları
Hayvanlar daha içten olsa da
Hiç ölmeyeceğime inanıyorum
Çocuk gibi
Hiç yok olmayacağıma
Şekerlerimin hiç bitmeyeceğine
Mucizelere inanıyorum hala
Bir günlük ömrü kalmış biri gibi
Terketmeler yalan geliyor bana
Susmalar anlamsız
Herkesin özgürce konuşabildiği
Suçsuz bir dünyadayım şimdi
Yargılanmalar vicdanlarda
Acıyan dizimdeki kabuklu yara
Yalancı gözler ölmüş
Sadece mısralarda bir söylenti
Nefes gerçek, his gerçek
Acı yalan, yok olma yalan
Benim dünyam gerçek
Dizimdeki kabuk tutmuş yara gerçek.

Aylin ALAGÖZ/ 2012