30 Haziran 2012

BÜTÜN KELEBEKLER BUNU BİLİR



Bir varmış öteki de varmış. Hayaller hep varmış ama yer hep darmış. Zaman da pek azmış... Bu hikayeyi bütün kelebekler bilir. Kıpırtı ile Pırıltı... Biri yerinde duramayan, keşfetmeyi seven bir tırtıl, öteki ise korkak, kırılgan ve naif. Biz insanlar gibi onların da her birinin özelliği farklıymış. Kıpırtı yabani meyveleri keşfederken Pırıltı ürkek bakışlarla onu izliyormuş. Zarif bedenini bir yaprağa gizleyip meraklı tırtıla hayranlıkla bakıyormuş. Cesaretine, korkusuzluğuna, çabasına... Kıpırtı da onu fark edip yanına gitmiş. Pırıltı kendinden beklenmeyecek bir heyecanla "Tırtıl olarak geçireceğimiz vakit sınırlı. Sence bu ormandan başka ormanlar, bu çiçeklerden başka çiçekler var mıdır? " diye sormuş. Kıpırtı o anda anlamış yol arkadaşı bulduğunu, hissetmiş bedeninin kıvrımlarında yeni maceraları ve aşkı. O gün yola çıkmaya karar vermişler. Uzaklara, çok uzaklara, keşfedilmemiş ormanlara gideceklermiş. Ama nasıl? Minicik bedenleriyle sürünerek olmazdı ki bu. Kıpırtı'nın aklına parlak bir fikir gelmiş. İnsanların geçtiği yeri biliyormuş. Çok da uzak değillermiş oraya. Eğer oraya kadar gidebilirlerse arabaları kullanarak okyanusa ulaşabilirler ve gemilerle keşfedilmemiş ormanlara gidebilirlermiş.


Macera çanları Kıpırtı ve Pırıltı için çaldı. Büyük bir heyecanla yola koyuldular. Her şey son derece yolunda gidiyordu. Önce insanların bulunduğu yere geldiler oradan bir arabanın arka bagajının üzerinde yolculuk edip okyanus kıyısına ulaştılar. Devasa gemiyi görünce gözlerine inanamadılar. Defalarca gözlerini kapatıp yeniden açtılar. Gerçekti!!! Vakit kaybetmeden gemiye doğru süründüler. Tam gemiye binecekken şişman, sarı elbiseli, ayağında topuklularla bir kadın gemiye yetişmek için koşuyordu. Pırıltı'yı tam ezecekken Kıpırtı atik davrandı ve Pırıltı'yı kurtardı. Ama o da ne? Pırıltı yaralanmıştı. Aceleci kadının topuklu ayakkabısı Pırıltı'yı yaralamıştı işte. Pırıltı ürkek bakışlarla ve biraz da korkuyla Kıpırtı'ya baktı ve " Beni burada bırakıp yalnız devam etmelisin. Koza zamanımız iyice yaklaştı. İyileşemezsem uçamayan bir kelebek olmak istemiyorum. O zaman ne işe yarar ki çiçekler..." dedi. Kıpırtı vazgeçmedi Pırıltı'dan. Bu onun hayaliydi ve o olmadan gerçekleşemezdi. Kıpırtı Pırıltı'yı gemiye taşıdı ve yola koyuldular. Yol boyunca Pırıltı'nın zarif bedenini iyileştirmek için tüm bildiklerini yaptı. Sevgiyle iyileştirmeye çalıştı yol arkadaşını. Kendi cesaretinden ona da verdi. Yol boyunca hikayeler anlattı.Pırıltı iyileşmeye başlamıştı bile. Ne demişler "Sevgi her şeyin ilacı."


Gemideki zorlu yolculuğun sona ermesine çok az kalmıştı. Gemiden inerken bu sefer tedbirli olmaları gerekiyordu. İnsanlar ne kadar da sakardı ve bastıkları yere hiç bakmıyorlardı. Şişman kadının inmesini bekleyip yaşlı bir amcanın el çantasına tırmandılar. Uzaklarda yeşilin her tonuyla bezeli ormanlar gözüküyordu işte! Çantadan sabırsızlıkla indiler. O sırada bir kuş kondu yanlarına.Önce irkildiler...Kuşa yem olacaklarını düşünüp çaresizce kıvrımlarını birbirlerine doladılar. Gözlerini kapattılar. Hayır hiçbir şey olmuyordu! Kuş onları yemedi." Merhaba" dedi usulca "Sizi korkutmak istemem. Benim adım Cızırtı. Ormandan mı kaçtınız? Ne işiniz var burada?" Kıpırtı, gözlerini araladı ve kendinden en az elli kat büyük kuşa baktı ve çok uzaklardan geldiklerini kelebek olarak farklı çiçekler görmek istediklerini anlattı. Cızırtı, tırtıl arkadaşlarını kanatlarına atıp ormana uçurdu. Krizalit olmaları için uygun bir yere bıraktı.


Kıpırtı ve Pırıltı kendi çevrelerine ördükleri kozalarla devinimsiz bir halde karşılıklı krizalit durumuna geçmişlerdi. Kelebek olmak için... Birbirlerinin evrimini izlediler her saniye. Aynı anda renkli bir kelebeğe dönüştüler. İşte hayalleri gerçek oluyordu. Kıpırtı acemice uçmaya başladı. Pırıltı kanatlarının ve renklerinin güzelliğine dalıp gitmişti. Uçmak için çırptı kanatlarını, havalanmak için gökyüzüne, koklamak için çiçekleri... Ama olmadı, uçamadı ne yazık ki. Bir damla yaş süzüldü gözlerinden... Kıpırtı uçarak geldi yanına, onu güzel bir çiçeğin yanına götürdü. Neredeyse yarım gün sürdü çiçeğin yanına gitmek.Geriye kalan zamanlarını hikayeler anlatarak geçirdiler. Pırıltı ve Kıpırtı çok mutluydu. Önemli olan hayata dokunmaktı zaten. Önemli olan paylaşmaktı. Tek başına ne işe yarardı ki hayaller ve mutluluklar?

Aylin ALAGÖZ/ 2012


26 Haziran 2012

KAMİKAZE



İstanbul' daki tüm yokuşların sonu mutlaka denize çıkar. Yapışık binaların aralarından gözükür ışıltılı mavilik. Çocuk gibi koşmak istersin derinlere doğru. Önce hafif bir deniz meltemi okşar yüzünü, ardından yosun ve balık kokusu, dalgaların kıvrımları belirginleşir ve nihayet dalga sesleri kulağa çarpar. O anda gözünü kapatırsın bir çocuk gibi. Kamikaze gibi tepetaklak olsun istersin bir anda Dünya. Gökyüzünün yerine deniz geçse mesela bir günlüğüne. Taksak pembe gözlüklerimizi ve baksak denizin içine. İçindeki milyonlarca keşfedilmemiş güzelliğe. Balıklara, ahtapotlara, mercanlara, yosunlara, deniz analarına, muhteşem kabuklara, midyelere, ıstakozlara, deniz atlarına, köpekbalıklarına, mavi balinalara, süngerlere, istiridyelere, yengeçlere ve daha milyonlarcasına...

 Mavi suyun içine küçük bir çocuğun suluboya ile çizdiği desenler gibi rengarenk bir gökyüzü yapsak bir günlüğüne. Uzansak bir bulutun üzerine baksak yaptığımız o rengarenk resme. Deniz damlasa yüzümüze. Balıkların, yengeçlerin oyunlarını izlesek saatlerce. Keşfedilmemişi keşfetsek kendi içimizde. Yere basmayan ayakkabılarımız olsa. Topuk pontları diye bir kelime hiç olmasa mesela. Bulutlarla seyahat edebilsek canımızın istediği yere gitsek. Canımız sıkıldığında dev akvaryuma dalsak gözlerimiz kapalı, çocuk ruhumuz elimizde.

İçinde çamur olmayan yeni bir Dünya yaratmalı bence. Hayatımızın lunaparklarının gişeleri hep açık olmalı, içerisi renkli. Hiç susmayan hiç büyümeyen çocuklar olmalı ruhumuzun bir köşesinde.Birinin önünden ya da arkasından yürümemeli. Sadece yanından yürümeli.Tüm güzellikleri yanyana aynı anda görmeli.

Hayat çok kısa ve tek biletli bir oyun.Farklı bakış açılarından bakılmayı hak eden bir oyun. Eğlenin, eğlendirin. Hayata geç kalmadan cesurca yaşayın...

Hadi KAMİKAZE'ye binelim... :)))))

Aylin ALAGÖZ/ 2012


                      

25 Haziran 2012

SOKAK İZİ



Yürüdüm yine boşlukta,
Terkedilmiş sokaklarda,
Bir çocuk duruyordu köşe başında,
Issız, kirli, düşünceli...
Belki de kederli...
Hayata bakıyordu..
Mavi gökyüzünün griliğine belki.
Renklerin canlılığına
İçindekilerin solmuşluğuna
Geleceğine bakıyordu belki de
Mavi gözlerindeki parlak perdeden
Umuduna ket vuran paslı duygularla
Aslında bildiği ama bilmek istemediği
Hiç öğrenemeyeceği bir hayata...
Yanından akıp giden başka yaşamlara
Olmak istediği o adama bakıyordu belki de
Gıptayla
Hayranlıkla
Serseri bir duyguyla
Beton yığıntıları var her tarafta
Aklında, yüreğinde, her yerinde

Bir kız çocuğu geçiyor şimdi o izbe yerden
Sevimli bir yüz, kocaman bir gülümseme
Renkli hayaller var içinde
Bakınca gözlerinin derinliklerinde,
Elinde bir balon tutuyor
Sımsıkı
Rengi pembe
Gökyüzüne uçmasın hayalleri diye
Saf kalsın, kimse çalmasın, kimse dokunmasın diye
Elinden alınmasın hayatının pembesi diye
İkisi de gökyüzüne bakıyor şimdi
Aynı yerden, aynı sokaktan
Farklı hayallerle
Farklı duygularla
"ÖZGÜRLÜK"tür belki
İkisinin de aklından geçen tek düşünce
Gökyüzünde kendilerini bulmaktır belki de
Renkleriyle kavuşmak
Ötekilere karışmak
Karışarak çoğalmak, renklenmek
Yaşama bulanmaktır belki
Kendi ayak izleriyle
Sokağın iziyle belki...

22 Haziran 2012

DOLAMBAÇLI DUYGULAR





Her şey anlamı varsa güzel. Anlamını yitiren kelimeler, insanlar, duygular hangi kaba sığar ki... Yüzümüzde bir umursamazlık boş vermişlik ifadesi: Bana ne der gibi. Ya da asıl demek istediğimiz "Sana ne" değil midir hayatta? Sessiz çığlıkları akıttığımız kendi ırmağımızdan başkası değil midir? İçimize içimize... Zamanı gelince göz pınarlarından durmamacasına fışkıran içimizde biriktirdiklerimiz değil midir? 


Öylesine ağlamaz insan. Hele bir kadın hiç de öylesine akıtmaz o yaşları? Anlayamadığından, anlatamadığından ya da çaresizliktendir bu yaşlar. İçindeki zehri dışarı fışkırtıp temizlemek ister kendini. Temizler mi acaba? Rahatlar mı insan ağlayınca? Ağladıkça ağlayası mı gelir insanın? Aynaya baktığında, gözlerini kızarık,şişmiş, bakışlarını sönmüş olarak görünce mi keser ağlamayı? Belki de gözyaşlarını akıttıktan sonra tazelenir hayatı. Her bitiş aynı zamanda bir başlangıçtır. Gözyaşının bittiği yerde daha güçlü bir kadın doğar. Hatalarından ders almış, hayata sıkı sıkı bağlanan, güçsüzlüğüne biraz daha güç eklemiş ve dolambaçlı duygularını biraz daha sadeleştirmiş, ne istediğini değil asıl ne istemediğinin farkına varmıştır o son damlada. 


Benim için önemli bu kelime "Ne istemediğimi bilmek" ve istemediğim ne varsa hayatıma dahil etmemek. Kendimce mutlu olduğum dünyaya beni üzecek şeyleri sokmamak. Hayatımın etrafına set çekmek belki de. Aslında hayatıma girip çıkanlardan pasaport sormak. Hatta biraz daha zorlayıp vize uygulamak. En güzeli de bu olur belki. Ummadığınız biri gelip hayatınızı ve duygularınızı mahvetmez en azından." Dur kardeşim giremezsin." dersin ve defolur gider. İşte bu!


Umursamaz bir tavır takınmak gerekir gözyaşlarının ardından yeni başladığın hayata. Kimseyi umursamadan devam etmek yoluna. Sadece kendi istediklerini yapmak. Kimseye yaranmamak. Yağmurda ıslanmak, çamurda yuvarlanmak, asfalta çıplak ayak basmak, kuşlarla konuşmak, mağaraya sesimizin yankısını bırakmak, İstiklal caddesinde deli gibi koşmak, yazın kışlık,kışın yazlık giyinmek, mavi ruj sürmek, patenlerle işe gitmek, kelimeleri süslemeden direkt söylemek, insanlara teşekkür etmek, hayata şükretmek, yaza değil de kışa aşık olmak, sokakta aklına bir şey gelince kahkaha atmak...


Bazen gerilir hayat. Gözyaşlarıyla o gerginliği yumuşatır ve açılmasına izin veririz. Hayatı gevşetip serbest bırakmak lazım. Alışkanlıkları terk etmek. Bir süre düşünce gücünden uzak durmak. Rahat, geniş hatta babamın deyimiyle "Dünya adamı" olmak lazım. Sadece yaşamak belki de. Her gün yaptığımız şey halbuki. Ama elimizden alınırsa yaşam... İşte o zaman ne kadar değerli olur dimi geçen zaman...Rahat olmak lazım. Bir de "Sana ne" demek lazım. İnanın iyi geliyor.

19 Haziran 2012

HAYAT SAHNESİ





Muhteşem ya da sıradan bir geceyle başlıyor hayatımız. Oradan ana rahmine düşüp gelişimimizi annemizin karnında tamamlayıp gözlerimizi açıyoruz hayata. Anne karnındayken tek bir rolümüz var hayatta: bebek... Amacımız ise büyümek ve dış dünyaya hazırlanmak... Hayata geldikten sonra çoğalıyor roller. Yaşlar ilerledikçe o kadar çok role bürünüyoruz ki adeta gerçek kimliğimizi ne olduğumuzu unutuveriyoruz.Orta yaşlarda bir kadının toplumsal  rolleri şöyle sıralanabilir : Birey, kadın, vatandaş, canlı, anne, kardeş, abla, teyze, hala, öğretici, aşçı, biraz doktor, hasta bakıcı, çocuk oyalayıcı, temizlikçi, yazar, düşünür, sinemasever, hayvan hakları savunucusu, dansçı, tiyatrocu, ütücü, polyanna, sabır taşı, model.... Belki de çok çok daha fazlası. Orta yaşlardaki bir erkeğin toplumsal rolleri ise : Birey, erkek, vatandaş, canlı, baba, ağabey, dayı, amca, tamirci, avukat, mühendis, dobra, okur, güldürücü, kurtarıcı, kahraman, romantik, dağınık, alkolik, entel, kumarbaz...


Hayat sahnesinde her gün elbise değiştirir gibi değiştirdiğimiz rollerimiz var şüphesiz. Gününe göre kullandığımız belki de. Evde anne, annemizin yanında çocuk, arkadaşlarımızın yanında dost,sevgilimizin yanında sevgiliyiz kesinlikle. Hayatı rolleriyle yaşarız kuşkusuz. Ama gerçekten bu rolleri yerine getiriyor muyuz? Yoksa sadece "mış gibi" mi yapıyoruz. Mesela sevgilimizin yanında onu çok seviyor "muş" gibi, gülerken gerçekten  mutluy"muş" gibi, yemek yaparken ev kadınıy"mış" gibi, çocuklarla oynarken çocuk"muş" gibi, ders anlatırken öğretmen"miş" gibi mi yapıyoruz acaba? Rollerimizin içine gerçekten girebiliyor muyuz yoksa sadece "mış gibi" yapıp hayatı mı geçiştiriyoruz. Bir tiyatro oyunu gibi biteceğini bildiğimiz için mi gerçek biz olamıyoruz? Hep üzerimizde başkalarının iki beden büyük kıyafetleri. Çalıntı roller...


Perdeler bizim için hala açıkken rollerimizin hakkını verelim. Kendi elbiselerimizi giyelim. gerekirse çıplak kalalım. Yeter ki biz olalım "mış gibi" yapmayalım yoksa hayatı yaşayamayız yaşıyor"muş" gibi yaparız değil mi?

14 Haziran 2012

MODERN ZAMAN ESİNTİLERİ



"Yaz kokusu" mu dedi biri? Tam da bugünlere uygun bir söylem. Havada gerçekten de yaz kokusu var. Hem de fazlasıyla... Her yer yemyeşil, cıvıl cıvıl, rengarenk giyimli insanlar, ormanda çekirge çığlıkları, sahilde dalga sesleri, akşamın hafif serinliği, buzlu naneli içecekler, gözlükler, yelpazeler, kirazdan küpeler, erik aş eren hamileler, kalbimdeki melodiler, denizde menevişler,  ıhlamur ağacının büyüleyici kokusu.. 

Tek kişilik yaşıyorsan hayatı ve duyguları, yaz mevsimi terapi gibi gelir insana. Alırsın kitabını bir ağaç gölgesinde şehrin anlamsız kalabalığından, gürültüsünden uzakta uzanırsın çimlere rahatça, kimseyi umursamadan. Hatta çıkarırsın sandaletleri ayağından, negatif enerjileri toprağa (taaaaaaa cennetin dibine )gönderirsin...Saatlerce okursun kitabı yaz esintisinde... Baş kahraman olur hayatını sorgularsın. Puzzle'ın kayıp parçalarını bulursun belki okuduklarında. Yanından geçen "Modern Zaman İnsanları"nın teknolojik hayatına bulaşmadan belki. Telefonunu da kapatırsın o gün. Sadece kendinle, kendi içinle iletişim halinde olursun... Belki de hayatı bir günlüğüne de olsa yavaş yaşarsın. Eski zamanlardaki gibi..." Eğlencelik" hayatımıza yeni kavramlar ekleriz belki. Mesela durgunluk, düşünce, empati gibi... Neye ihtiyacımız varsa hayat kalemiyle onu çizeriz belki hayat resmimize... Yaşam silgimizle de sileriz belki eskileri, pişmanlıkları. Bir daha yapılmamak üzere kaldırırız en ulaşılmaz en tepedeki rafa. İçimizi yıkarız belki yaz yağmurlarıyla...

"...Derdimiz, yaramız, acılarımız farklı olabilir. Gözyaşlarımızın tadı aynı. Değişik çok başka gibi gözüken yaşamlar varsa da pişmanlık herkes için acı olmalı..." sevdiğim bir şarkı sözü. Ne kadar da samimi aslında, ne kadar da bizi anlatıyor. Bu yaz benim için ve isterseniz sizin için bir arınma, düşünme, sorgulama, hayata yön verme mevsimi olsun. Hayatı sakinliğiyle, güzelliğiyle yaşamanın, keyfine varmanın, kahkaha atmanın tadını çıkararak yaşayalım. Ertelemeyin hayatı sadece yavaşlatın kendiniz için.


"Modern zamanlarda aşk buharlaşıp uçmuş mudur?"

6 Haziran 2012

NEYSE HALİM...



Kadınlar arasında çok popülerdir bakılan fallar. Önce bol bol dedikodu yapılır. Ardından bol köpüklü kahveler pişirilir. Hoş sohbet eşliğinde içilir. "Neyse halim çıksın falim"diyerek kapatılır. Ama kapatmanın da bir adabı vardır. Dışa doğru değil kendinize doğru çevirip kapatmanız gerekir. Sonra fal tutmayabilir ona göre...

Bilir kişi dediğimiz namı diğer falcı şuh bir edayla fincanı çevirir. Yollar, hediyeler, kısmetler vardır hep fallarda. Bir de tutulan dilekler ya gerçekleşir ya da yarı yolda kalır. Çoğunlukla da gerçekleşir tabii. Fal baktırmak keyiflidir. Hem geçmişi hem geleceği bilmesi heyecanlandırır fal bakılan kişiyi. Özellikle de gelecek tahminlerinde kalabalık ortamlarda dahi çıt çıkmaz.

Fal baktırmak terapidir aslında. Genelde iyi şeyler söylendiği için insanlara umut ve mutluluk verir. Gelecek enerjisi yükler. Hayallerinizi zenginleştirir, ruhunuzdaki kıpırtıyı arttırır, ümitlerinizi güçlendirir. Kalbe fazla kan pompalamak gibidir fal baktırmak. Hücrelerin, düşüncelerin yenilenmesidir. Hayatta farklı pencerelerin de olduğunu görebilmek ve kendi yolunu çizebilmektir aslında.

Türk kahvesi içildiyse mutlaka fal bakılmalı. Kahve nasıl kültürümüzün bir parçasıysa fal da o kadar ayrılmaz ikizi bence. Fallara kendinizi fazla kaptırmayın. Pozitif enerjinizi verdiğinizde fallar daha güzel çıkar unutmayın. Sadece telvelerden mutluluk yakalamaya bakın. Diğerlerini yıkayın gitsin...

Not: Fotoğraftaki kahveyi bir güzel içip fal da baktım tabii...


4 Haziran 2012

KIRIK "DÜŞ"LER ATÖLYESİ




Kaç kere düştünüz küçükken hiç saydınız mı? Canınız yandığı için ağladınız dimi... Peki şimdi neden o düşüşleri özlüyoruz.Neden gülüyoruz o günleri anımsadıkça.Çünkü sadece acıyan dizimiz, kolumuz, elimiz ve yüzümüzdü... Kalbimiz değildi ki... Küçükken bizi koruyan annemiz babamız vardı, her adımımızı izleyen. Üzerimize titreyen...Şimdi öyle mi? İşte tanıştık gerçek hayatla... Anladık o düşüşlerin sadece fiziksel acı verdiğini...

Küçükken başlar hayaller, düşler... Her gece yatmadan önce kurulur en güzel hikayeler. Masalların kahramanları hep biz ve sevdiklerimiz olur. Hep mutlu sonla biterler. Hayal kurmayı seviyorum. Çünkü, o kadar özgürüm ki kurduğum düşlerde. İstediğimi yaşayabilir istediğim yere gidebilir istediğim gibi davranabilirim. Bir gün Rapunzel olurum bir gün masallardaki kötü cadı bazen de sihirli değneği olan bir peri.. Hiç keşfedilmemiş yerlere gider hiç tadına bakılmamış meyvelerden yer masallardaki gerçek prenslere aşık olurum. Düşümde güzel hikayeler canlandırır olmayan yerleri düş silgimle silerim, baştan çizerim. Gözümü kapattığımda güzel duygular hissetmemi sağlayan "Düşler atöyle"m var. Günden güne büyüyen yeni düşler üreten...

Keşke gerçek hayat da böyle düşlerdeki gibi olsa.Kimsenin içinde kötülük olmasa herkes istediğini yaşasa. İmkansızlıklar olmasa. Sevgiler hep karşılıklı olsa da kalpler incinmese. Sadece çocukluktan kalma düşüşlerimiz olsa...