4 Şubat 2013

HİKÂYENİN SONU



Karanlık bir gecede toprağın nemli yüzü onu içine çekiyordu. Vücudunun her bir parçası yer altına gömülür gibi sarsılıyordu. Nefesi tanıdık gelmiyordu kendine ve gittikçe sıklaşıyordu havayı alıp verişleri. Asırlık ağaçlarla çevrili terk edilmiş bir ormandaydı. Avuçlarına kazınmış yanık sayı izleri ve kesikler her şeyi açıklıyordu. Gökyüzündeki sise gözlerini sımsıkı kapatarak şunları fısıldadı “ Hikâyenin sonu bu: Yolun sonunun tereddütten ibaret olduğunu bilmek ve kendini adamak doğaya.”

Yatağın sol tarafından kalktı yine. Batıl inançlara inat hep tersini uygulamıştı bugüne kadar. Uğursuzluk  getirdiğine inanılan pek çok olay ve olgu onun hayatının temel taşlarıydı. Doğum günü bile ayın on üçüydü. Sakarlığından kim bilir kaç tane ayna kırmıştı. Saymamıştı. Küçükken merdiven altlarında oynamaya bayılırdı. Bisikletini hep merdiven altına koyardı. Kara kediler de ona o kadar sevimli gelirdi ki, bisikletinin sepetine bir keresinde üç tane simsiyah yavru kedi koymuştu. Onları da yemyeşil ağaçlarla kaplı, kuşların şarkı söylediği huzurlu bir ormana bırakmıştı. Özgürlükle macerası bu olaydan sonra başlamıştı.

Okul çıkışlarında koşarak eve gidip hemen üzerindekilerden kurtulur, kendine özensiz bir sandviç hazırlayıp hemen yola koyulurdu. Tabii ki kırmızı bisikletiyle beraber. İçinden şarkılar mırıldanarak şehrin dışındaki ormana giderdi her seferinde. Burası onun yaşam alanıydı ve hiç kimseye söylemediği sırrıydı. Bastığı yerin kapladığı alandan fazlaydı içindeki mutluluk. Toprağa dokunmak, ağaç kovuklarına sesini bırakmak, karıncalarla tünel kazmak ve eşlik etmek cırcır böceklerine…

 Hayalleri, umutları, hedefleri de büyüdü akan zamanla birlikte. Kırmızı bisikleti paslandı ve depodaki hurdaların arasında yerini aldı. Çocukluk heyecanı doğa tutkusu, şehirleşmeye ve betonlaşmaya başladı. Dizindeki yaraların sadece “anı” dan ibaret olduğu yıllardı. İnsanların evlerinden dışarı çıkmadıkları, doğayı elektronik aygıtların arka planı olarak kullandıkları yapay bir döngünün içine sıkışıp kalmıştı. Materyalist duyguların ön plana çıktığı sosyalleşmenin aşırı derecede önemli (!) olduğu kentlerden birinde yaşıyordu. Beyin hücrelerini, her gün bakmak zorunda olduğu gereksiz ışık yayan ekran bitiriyordu. İşten eve geldiğinde sadece uyumak istiyordu. Seslerden, görüntülerden uzakta. Mümkünse yağmur tanelerinin cama vurduğu bir yerde saatlerce uyumak istiyordu.

Bu kente ayın on üçünde taşınmıştı. Yatağını da her zamanki gibi sağ duvara dayamıştı. Çünkü insanlara uğursuzluk getiren batıl inançlar onun için uğurlu bile sayılabilirdi. Çok da takmazdı zaten bu konuyu. İnançlarını kendi içinde yaşar dışarıya taşırmazdı hiç. Sadece kendiyle anlaşabilen insanlardandı. Ne zaman içindeki kelimeleri seslendirmeye çabalasa insanlar tarafından yanlış anlaşılmış ve dışlanmıştı. İç dünyası ile dudaklarından dökülen kelimeler birebir aynı değildi. Algı referansı değişik aralıklarda olmalıydı. Birçok tökezlemeden sonra buna karar verdi. Sessizliğin iç dünyasını seslendirdiğini anladı. Sosyal (!) bir şehirde yalnızlığın tadını çıkarıyordu. Hesap verdiği sadece kendi vicdanıydı.

Küçüklüğünden beri günlük tutardı. Öyle her günü uzun uzadıya yazmazdı tabii. Ayda bir iki gün yazdığı bile olurdu ya da altı ayda bir. İlgisini çeken bir söz, film repliği, onu etkileyen bir çizim, rüyasında gördüğü bir sembol olurdu defterinde daha çok. Sayılarla arası pek iyi değildi ama son zamanlarda rüyasında sayıların yandığını görüyordu. Her seferinde de aynı sahne gözünün önüne geliyordu. Bu sayıları rüyasında gördüğü şekliyle defterine resmetmişti. Defterini karıştırırken bu resmi on üç kere çizdiğini fark etti. Umursamadı, tesadüf olduğunu düşünerek defteri kapattı ve derin bir uykuya daldı.

Alarmın sesiyle yerinden fırladı ve üç dakika içerisinde giyinip işe gitmek için evden dışarı çıktı. Soğuk, sisle kaplı bir gündü. Esrarengiz maskesini takmıştı şehir. Gizemli bir gün olacağa benziyordu. Köşedeki büfeden bir sandviç alıp sabah kahvaltısını yaptı. Hızlı adımlarla iş yerinin önüne gelmişti ki yerde kan kırmızı boyayla çizilmiş bir sembol gözüne takıldı. Yürümeye devam etti ama aklı geride bıraktığı o işaretteydi. İçindeki ses geri dönmesi gerektiğini söylüyor, ayakları hunharca karşı çıkıyordu. İçindeki ses galip geldi ve tam kapıdan girecekken ani bir manevrayla geri döndü. Yerdeki sembolü bir yerlerden tanıyordu. Ya bir filmden ya bir kitaptan ya da her gün geçtiği harabe sokakların duvarlarından…

Sokaktaki asırlık ağaçtan kocaman bir yaprak sembolün üzerine düştü ve sonra bir tane daha. Tam on üç tane yaprak duruyordu kırmızı boyalı şeklin içinde. Aklını kaçırdığını düşündü bir an. Zihnindeki kapalı odaların aydınlandığını ve bir orman uğultusuyla dolduğunu hissetti. Anlayamadığı bir enerji ona bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Aklına defteri geldi… Tabii ya bu sembolü defterine çizmiş olmalıydı. Aklındaki soru işaretleriyle sisli bir mesaiye başladı ve saatler yıllar kadar yavaş geçti.

Eve geldiğinde üzerini bile çıkarmadan hemen defterini aldı eline. Sayfaları hızla çevirdi ve sembolü aradı. Birçok sayfaya çizmişti. Hem de rüyasında gördüğü yanan sayıların resminden hemen önce çizmişti her seferinde. Korkuyla kaç tane olduklarını saydı. Nefesini düzenleyerek sakinleşmeye çalıştı. Tam on üç taneydi işte. Sayılarla sembol arasındaki bağlantıyı bulmalıydı ve neden on üç tane olduklarını. Sembolle ilgili araştırmalar yaptı hemen. Hatta insanların artık pek uğramadığı kütüphaneye bile gitti. Eski dini kitapların arasında kayboldu ve araştırmalarının sonucuna inanmak istemedi.

Altı köşeden oluşan kırmızı doğa tanrısı sembolü… Doğa, tanrının yarattığı bir mucizedir. Topraktan oluşan insanoğlu doğanın sürekliliğini sağlamak için yaratılmıştır. Ayın on üçünde doğan ve rüyalarla kutsanan adak, on üç yaşına geldiğinde ruhuna doğa tılsımı işlenecek ve on üç yıl geçtiğinde on üç sembol hayat defterine çizilmiş olacak. Tılsım tamamlandığında semboller yanan sayılara dönüşecek ve adağın rüyasında açılan bir kapıyla doğa adağı içine alacak ve yüz yıl boyunca yeni bir adak gelene kadar yeryüzündeki ormanlar adak kanıyla yeşerecek.

Karanlık bir gecede toprağın nemli yüzü onu içine çekiyordu. Vücudunun her bir parçası yer altına gömülür gibi sarsılıyordu. Nefesi tanıdık gelmiyordu kendine ve gittikçe sıklaşıyordu havayı alıp verişleri. Asırlık ağaçlarla çevrili terk edilmiş bir ormandaydı. Avuçlarına kazınmış yanık sayı izleri ve kesikler her şeyi açıklıyordu. Gökyüzündeki sise gözlerini sımsıkı kapatarak şunları fısıldadı “ Hikâyenin sonu bu: Yolun sonunun tereddütten ibaret olduğunu bilmek ve kendini adamak doğaya.”

Aylin ALAGÖZ/ 2013

Hiç yorum yok: