29 Kasım 2012

MOR





Mor bir geceydi bitişler,
Yarım yamalak gölgeler,
Her duruşu saf,
Her yansıması vasat.

Buruk çalan bir nota,
Aidiyetsiz, muamma.
Kırık köprüden bir manzara.
Elindeki boş zarflarda...

Zayıf yönlerinden saklı,
İçine çeker gibi adsız kahramanı.
Geceyi aydınlatan silueti,
Dokunuşlardan arındırılmış teni.

Derinliği anlaşılmamış yeşillerin,
Büyüsü som altından benliğinin,
Sırtını çevirdiği bedenlerin,
Unutmak arzusu hecelerin.

Var olmayan gerçeği,
İnandırılmış tüm hisleri.
Mor bir geceydi bitişleri,
Saten bir kumaştan yamalı hayalleri...

Aylin ALAGÖZ / 2012


25 Kasım 2012

YOL HARİTALARI




Yollarda olmak ona keyif veriyordu. Attığı her adımda kalbinin hızla çarptığını hissediyor içine pürüzsüz bir enerji doluyordu. Hızlı giden şeyleri sevmiyordu. Uçak, araba, hızlı tren hiç ona göre değildi. Doğanın tadını çıkaramadan gözünün önünden kayıp gidiyordu manzaralar. Güzellikleri hızla tüketmek doyumsuz olmaya sebep değil miydi zaten! Zamanı ağır çekim yaşamalıydı bazen. Sindire sindire olmalıydı. Uzun uzun solur gibi havayı... Dokunarak gökyüzüne, hissederek toprağın soğukluğunu ve canlılığını...Düşünceleri yavaşlatarak beyninde, bahar temizliği yapar gibi tüm hücrelerinde...

Bisikletini ve renkli sırt çantasını alarak doğaya doğru yola çıktı. Tek başına olmalıydı, aklını bulandıracak hiçbir zihne ihtiyacı yoktu bu yolculukta. Ne bir anı ne bir his istiyordu artık. Enkazlardan uzak durmalı yeni bir duvar inşa etmemeliydi artık. Hayat oyunundan yorulmuş, insanların karmaşıklığından haylice sıkılmıştı.

Eski bir defterinin arasında kendi el yazısıyla yazılmış silik bir harita bulmuştu iki gün önce.Kırmızı bir kalemle koca bir puntoyla işaretlenmişti dere kenarında ceviz ağacının olduğu yer. Ne zaman yapmıştı, neden orayı işaretlemişti bilmiyordu. Zihninin derinlerine inmek istercesine gözlerini kapattı ve anımsamaya çabaladı. Sesler, kişiler, mekanlar birbirine girdi. İstediği bilgiyi çıkaramadı bu koca bataklıktan.

Çocukluğu geldi ansızın aklına. Elinde defter, yere oturup kaldı. Gözlerine çocukça bakışları yerleşti o an. Kendini görüyordu adeta araladığı geçmiş perdesinden. Tozlu bir sahnedeydi. Elinde eski moda bir mikrofon, mor işlemeli mini elbisesi, müziğin ritmiyle dans eden altın sarısı saçları... Söylediği şarkıyı duyamıyordu. Duyması da gerekmiyordu zaten. Keyifli bir şarkı olduğu çocuk bakışlarından anlaşılıyordu...O anda sahne şiddetli bir şekilde sarsılmaya başladı. Büyük bir toz kütlesi sardı etrafı. İnsanlar kaçışmaya başladı. Kendiyle göz göze geldi. Küçük kız elini uzattığı anda sahne çöktü ve altında kaldı. Kulaklarında hiç bitmeyen bir uğultu, gözlerinde gri tabakalar.Sonrası hafıza kaybı...

Hastanede geçen onca gün... Tanımadığı insanların oluşturduğu bir geçmiş... Hatırlamaya çabalamak ve etraftakilerin acıyan bakışları...Seneler hep böyle geçti. Bilmediği anıları yaratıp onlara inanarak. Kendine uydurulmuş bir geçmiş tasarlayarak. Şimdi ne yapmalıydı neye inanmalıydı? Geçmişteki neşeli kızın peşinden mi gitmeliydi yoksa pes mi etmeliydi? Aklını kemiriyordu o işaretli yer. Gidip görmeliydi sonunda hiçbir şey elde edemese bile.

Bisikletiyle çıktığı bu yolculukta bulmak istediği tek şey geçmiş olmamalıydı. İçinde kaybolmuş benlik taşlarından birkaç tanesini de bulup yerlerine yerleştirmeliydi. Saatler aktıkça yollar azalıyor, pedal çevirmekten bacakları inanılmaz derecede ağrıyordu. Her şeye rağmen doğada gördüğü ilginçlikleri fotoğraflamaktan geri kalmıyordu. 

Haritada işaretli yere çok az kalmıştı. Geçmesi gereken ağaçlık bir yer vardı. Oraya bisikletle girmesi imkansızdı. Dik yamaçlar ve kayalarla dolu bir yerden aşağı inince dereye ulaşacaktı. Bisikletini yol kenarında bırakıp çantasını sırtına taktı. Havanın kararmasına dakikalar kalmıştı. Hızlı hareket ederse hava kararmadan hedefine ulaşabilirdi. Kayalar tahmin ettiğinden de fazla ve keskin hatlıydı. Ne kadar dikkatli davransa da bir iki defa tökezleyerek düştü. Dizinde ve dirseğinde ufak sıyrıklar oluştu. Ayağının altından kurumuş yapraklar kayıp gidiyordu.Ayaklarının çıkardığı çıtırtıdan hiç hoşlanmadı. Dik bir yamaçtan neredeyse yuvarlanarak aşağı indi.

Çakıl taşlarıyla çevrili dereye ulaşmıştı işte. Suyu çok az ve oldukça yosunluydu. Elleri titreyerek cebinden haritayı çıkardı. İşaretli yere dikkatlice baktı. Büyük ceviz ağacının dibini gösteriyordu işaretli yer. Derenin kenarında gözleriyle ceviz ağacını aramaya koyuldu. Galiba yanlış yerdeydi. Etrafta ceviz ağacı falan yoktu. Bunu çizen kendisi olsa bile küçük bir kızın hayal gücünden ibaret olabileceği aklına bile gelmemişti. Kendi kendine gülmeye başladı.Halbuki kendine söz vermişti geçmişin peşinden gitmeyecek, yeni anılara yer vermeyecekti.

Sarmaşıklardan görünmeyen bir ağacın dibine oturdu ve derin bir nefes aldı. Haritayı buruşturup dereye doğru fırlattı. Süzülerek gidişini seyretti. Hafızasını kaybettiği depremden yalnızca bir sahne hatırladı. Çığlıkları, yok oluşları... En çok da kendi çaresizliğini, geçmişe dair silinen birçok anısını. Geriye getirmek ona mutluluktan çok acı verecekti. Seneler boyu hatırlamaya çabaladığını ve bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az bir anıyı hatırlayabildiğini fark etti. İnsanlar bu süreçte onu çok yormuştu. Bir de onların ikiyüzlülüğü ile tanışmak zorunda kalmıştı. 

Doktorunun dediği gibi derin derin nefes aldı. Gözlerini geçmişten arındırarak geleceğe kapattı. Hava yavaş yavaş kararırken sırtını dayadığı ağacın ceviz ağacı olduğunu fark etmedi bile...

Aylin ALAGÖZ/ 2012



18 Kasım 2012

ŞAHESER




Her sayfa çevirişimde,
İçime dolan her zerrede.
Doldur kadehimi saki,
Soluduğum yaşam taneleri.

Çokça geçtiğim köprülerde,
Senden öte düşlerimde.
Alnımdaki su damlacıkları,
Taptığım o hayali tanrıları.

Çocukluğumun teslimiyeti,
Gölgelerin hiçe eşitliği.
İnsan sandığımız acımasızları,
Yakıp yıktığım duyguları...

Eski bir tapınaktın zamandan,
Gökyüzüne baş kaldıran.
Ruhu kayıp, aşkı silik.
Her şeyiyle ütopik.

Sıcaklık çekilirken bu kentten,
Geriye kalan sadece "sen"
Issız bir yeşilin kuytusunda,
Soğukla buluşmuş bir eser "ben"
Ardında bıraktığın tüm yıkıntı "sen"
Yarattığın hiçliklerden şaheser "ben"

Aylin ALAGÖZ/ 2012

12 Kasım 2012

YARIM BİR HİKAYE




Rüzgarın hafifçe yüzünü okşadığı o puslu akşamda hayatında farklı şeyler olacağını hissediyordu. Daracık, küf kokan, ahşap yapılı bir sokaktan geçerken önünde neşeli bir kadın belirdi. Hem de yalnız! Hiç tahmin etmezdi o kadının peşinden gideceğini. Aklı ne yaptığını sorgulayıp engel olmak istese de ayakları müthiş bir hızla söz dinlemiyorlardı. Kadının ardı sıra gitmeye başlamışlardı bile. Etrafta kimsecikler yoktu. Korku filmlerinden kalma ucuz bir sis sahnesi yaşanıyordu adeta. Kendine gelmek istercesine bir an duraksadı ve yüzünü silkti. Ne yapıyordu böyle! Bu saçma sapan bir şeydi ve buna son vermesi gerekiyordu! Aklında milyonlarca kelime birbiriyle çarpıştı. Daha da karmaşıklaştı zihni. Gözlerini kapattı ve aklıyla bu duruma engel olamayacağını anladı. Bedeni onu bir şeye doğru sürüklüyordu. Vermesi gereken bir sınavdı belki bu da. Hayatta geçtiği saçma sapan sınavlardan biriydi işte. Umursamaz tavırlarla kadını takip etmeye devam etti.

Havanın ağırlaştığını hissedebiliyordu. Burnunun ucu buz kesmişti. Ellerinin titrediğini fark etti bir an. Acaba kadın onun varlığını hissetmiş miydi? Oysa geçen on dakika boyunca yürüyüş hızını hiç bozmamış arkasına bakmamıştı bile. Fark etse etrafa şüpheli bakışlar atmaz mıydı! Neden bu kadını takip ediyordu şimdi? Kimdi bu kadın? Aklı neden onu durduramıyordu? Dalgalı kumral saçları vardı kadının. Üzerindeki kıyafetlere bakılırsa otuzlarında genç bir kadındı. İş çıkışı evine yürüyor olmalıydı, belki de çocukları vardı. Yüzünü görebilseydi keşke. O zaman mutlu olup olmadığını anlayabilirdi. Yüzündeki çizgilerden acılarını okuyabilirdi. Keşke bir kere olsun dönüp arkasına baksa diye geçirdi içinden.

Yarım saat boyunca ara sokaklardan yürümeye devam ettiler. Adam, kadının nasıl biri olduğunu analiz ediyordu kafasında. Bugüne kadar hayatına giren kadınların özellikleri geliyordu aklına. Bir yap bozun parçalarını tamamlar gibi hiç tanımadığı bu kadının parçalarını doğru yerleştirmeye çabalıyordu. Boş bir tiyatro sahnesinde gibiydi şimdi. Oyuncular kayıp ve oyun hala devam ediyordu sanki. Kadın durdu ve sağ tarafta iki katlı ahşap bir evin kapısına doğru yöneldi. Büyük çantasından anahtarını çıkardı. Demek ki evde kimse yoktu. Onu bekleyen bir eşi ve çocukları yoktu.Yalnız yaşıyor olmalıydı. Tek bir hamlede kapıyı açtı ve içeri girdi kadın. Adam beş metre öteden kadının eve girişini seyretti. Ne yapacağına bir türlü karar veremiyordu.

Yüzünü görmese bile o kadındaki tuhaf enerji onu buraya getirmişti. Belki de yıllardır aradığı ama hiçbir zaman bulamadığı ve en sonunda vazgeçtiği ruh eşiydi o kadın. Beynindeki bu aptalca soruların yanıtını bulmak istiyorsa yüzleşmesi gerekiyordu. O zili çalmalı ve kadının yüzünü görmeliydi en azından. Bunu yapmalıydı. Evin önüne kadar geldi. Başını hafifçe kaldırıp yanan sarı ışıklara baktı. Eli zile uzandı ve bir anda çalmaktan vazgeçti ve koşar adımlarla oradan uzaklaştı.

Hayatında hiçbir şeye cesaret edememişti bugüne kadar. Bu da yarım kalmış bir hikaye oldu onun hayatında. Başaramadığı yığıntılara bir ek sadece. Zili çalsaydı belki hayatının yönü değişecekti; ama yapamadı. Yapamazdı...Kendi hayal dünyası tek kişilikti ve duvarları oldukça kalındı. Ne bir değişime ne bir yeniliğe ihtiyacı vardı.Yaşamında farklı şeyler olacağı hissini söküp atmalıydı.Hayatın mayasını kaçırmak konusunda usta olan biri bunu yapamazdı. Çünkü; onun adı cesaretsizlikti...

Aylin ALAGÖZ/ 2012



10 Kasım 2012

BİRİKİNTİLER



Gizli anların yolcusu birçok yürek,
Kuru yaprakların arasından,
İnce ince akan bir sudan,
Yosunlardan temizlenmiş,
Paslı, kanayan, ürkek...

Karanlıkların mahşerinde,
Belli belirsiz yanıp sönen,
Alev almaya yetkin.
Soğuk taş duvarlar elimde.
Hüzünleri çoğaltan bir harabede...

Sonbahar değil bedenimdeki,
Boğazın kıyıdaki birikintileri,
Kaldırma kuvvetim cılız,
Yığıntılar arasında yalnız,
Hiçbir yere hiçbir şeye hesapsız.

Başka maceraların içinde,
Yalnızlığımızı çoğaltmak için belki de,
Göçüp giden yitik bir kentte.
Mürekkebi dağılan bulanık gecelerde,
Yalınayak uzanmışım toprağa,
Bu soğuk sonbahar akşamında.

Aylin ALAGÖZ/ 2012

4 Kasım 2012

KASIM SABAHIYDI




Yeni kararlar alma vakti olduğunu düşündü kadın. Geçip giden ayların ardından kendi için yaptıklarını düşündü ve dehşete düştü. Ne kadar da azdı! Başkalarını düşünmekten, gereksiz beklemekten başka bir şey yapmamıştı. Zihninin büyük bir bölümünü kaplayan aslında zerre kadar önemli olmayan birine takılıp kalmak nedendi. Duyguların damarlarını koparıp mantığa bağlama zamanıydı şimdi. Yenilenme, eğlenme, iyi yönde değişme vaktiydi şimdi. Siyah bir kuğudan beyaz kuğuya dönüşmeliydi şimdi. Bunu şimdi yapmalıydı "Bir Kasım sabahında"

Güneşin hafifçe ısıttığı bir sonbahar sabahında, tatlı Kasım'da attığı adımlar onu heyecanlandırmalıydı. Geride ne bir iz ne bir toz kalmalıydı artık. Herkes için kendi önemliydi bu hayatta. O da öyle yapmalıydı, kendisi için yaşamalıydı. Sebepsiz susan insanların peşinden gitmeyecekti artık. Ne kendi ne kalbi ne de aklı... O yolları tamamen kapatıp önüne milyonlarca kaya parçası koymalıydı. Güneş yarın daha parlak daha güzel olmalıydı.

Kamikaze gibi hissetti kendini. Dünyası bir anda ters yüz olmuştu. Hafif bir çarpıntı ve mide bulantısıydı eskiden kalanlar. Arkadaki gözlerini aldırmalı bir daha geçmişin tuhaf yollarına sapmamalıydı. Çocuklar gibi olmalıydı her zaman neşeli, çoğu zaman unutkan. İçinden geldiği gibi yüksek sesle utanmadan gülebilmeli, hayatla dans edebilmeliydi. Kısa bir roman gibi olmalıydı. Okuyanların aklında tarifsiz bir lezzet bırakan...

Hayalleri vardı. Hep başkaları yüzünden ertelenen... Bir bir sıraya koymalı planlarını ve taviz vermeden uygulamalıydı. Kendi için yapmalıydı doğruyu da yanlışı da hataları da. Sadece kendisi için olmalıydı artık. Derin bir nefes aldı ve bir Kasım sabahı değişmek isteyen bir kadın için böyle başladı ve bilirsiniz ki kadınlar bir şeyi istedikleri zaman olay bitmiştir.

Aylin ALAGÖZ/ 2012

2 Kasım 2012

ŞEFFAF




İçim azaldıkça geçmişe sığındım.
Geleceği çoğaltmak için,
Tozlu raflara uzandı ellerim,
Bir "biz" aradı gözlerim.

Sağanağa yakalanmış gibiydim.
İçim amansız çığlıklarında,
Zamanın durmazlığında,
Geçirdiğim ışık yıllarıydın.
Uzakta en uzakta...

Anlamayı geciktirdiğim anlarsın.
Umudu var ettiğim, gözlerindeki yeşillerin,
Bakakaldığım donuk mavilerin,
Çöllenmiş kahverengilerimsin.

İndirdiğim kepenklerde,
Her gece üst üste,
Aramızda şeffaf bir duvar,
Cesaretsizlikten örülmüş tuğlalar.

Korktum, korktuk.
Yeni bir hikayeye başlamaktan,
Sonunu kötü sandığımız,
Alıştığımız ihanetlerden.
Korktum, korktuk.
Yarım kalmışlığımızdan,
Yorucu öykülerden,
Erkek ve kadın hallerinden.

Aylin ALAGÖZ/ 2012