29 Ocak 2013

KİTAPLARDAN ALINTI HAYAT




Beynime nüfuz etmiş bir cümleyle uyandım. “Kitaplardan alıntıdır hayat.” Bu cümleyi gece boyu rüyamda tekrarlayacak kadar düşünmüş olmalıyım. Kitaplarla çok haşır neşir olduğumdan mı, doğruluk payının bir kısmını hayatıma boca ettiğimden mi, bilinmez. Fark ettim ki tam anlamıyla yüzde yüz ben olduğum bir hayatım yok. Maslow’un hiyerarşisinde en fazla dördüncü basamağı temsil edebiliyorum kendimce. Aslında hiyerarşiye de çok sıcak bakanlardan değilim. İnsanı belli kalıplara sokan toplumsal rollere de ısınmış değilim henüz. Kabul ettiğim bazı noktalar var o kadar. Daha biz bebekken öğretiliyor tekdüze kalıplar. Bizi şekillendiriyor annemiz, babamız ve çevre. Sosyal çevre dediğimiz kaos. Etrafımızda olan milyonlarca duygu, davranış şekillerinden bize(!) en uygun olanını giyiveriyoruz üzerimize. Bir kabuk yaratıyoruz kendi dünyamızın içinde.

Hayat Bilgisi dersinde çocuklara “özel, tek, biricik” olduklarını hissettirmeye çalışırken buna ne kadar inanıyorum ki kendi içimde. Özel miyim? Kendime mi aitim gerçekten? Donanımımı ben mi yarattım dışarıdan hiçbir baskı(!) olmadan? Kendi kendimle mücadele vermiyor muyum çoğu zaman?  Bir şarkı, bir kitap, bir film, bir insan fikri yaşamımın tam ortasında duruyor zaman zaman. Hücrelerimi ele geçirip yeniliyor, değiştiriyor kimyamı. Cesaretim ve öz güvenim kendi çizdiğim sınırların dışına taşamıyor. Sorsalar özgürüm ya!

Tecrübeleri, bir çocuğun legodan yapılma yüksek bir kulesine benzetiyorum. Alt zemin büyük parçalardan oluşuyor ve oldukça sağlam. Yukarı çıkıldıkça sağlamlık azalıyor ve inceliyor parçalar. Kırılganlık ve korku var en zirvede. Bir insana duyduğumuz güven gibi. Çocukken sağlam ve sarsıntılardan etkilenmiyor. Yıllar geçtikçe minik bir sarsıntıyla bile yıkılabilen kulemizde insanlara güvenmek artık o kadar da kolay olmuyor. Diyelim ki güvendik. Bilgi birikiminin ve farkındalıkların çoğalmasıyla içimizdeki şüphe de doruklara çıkıyor. Ve o ufacık sarsıntı er geç bizi yakalıyor. Büyüdükçe daha yalnız, daha korunaksız kalıyoruz. Etrafımızda kendimizden, aşılmaz duvarlar yaratıyoruz.

Kendimizle baş başa kalıyoruz çoğu zaman. Daha çok okuyor daha çok yazıyoruz. Kapandıkça kapanıyoruz içimizdeki kabuğa korunma içgüdüsüyle. Yazıya başlamadan önceki halimi düşünüyorum da... Daha az irdeliyordum insanları, kendimi. Boşvermişliklerim çoktu. Mutluluk çıtam, en yükseğe ulaşabilmek için çırpınıp duruyordu. Yeni heyecanlara açıktı kapım. Korunaksızdı duygularım. Kim olduğumu bile sorgulamıyordum çoğu zaman. Empati hayatımın her anına nüksetmemişti henüz.

Yazmanın birinci kuralının “yalnızlık” olduğunu okumuştum Elif Şafak’ın Firarperest’inde. Buna katılmakla birlikte kendimce ekleyeceğim maddeler de var tabiki. İnsan hallerini derinlemesine gözlemlemek ve bazı entel, dantel insanların burun kıvırdığı yazarları okumak. Ve kendini kurgulanmış hayaller denizine bırakmak. Gerçek hayatta yaşayamadığımız özgürlüğün kanatlarını çırpmak. Ve son olarak paylaşmak. Bir fikir ,bir duygu asla paylaşılmadan çoğalmaz. Bir öykü yazılmadan yaşanmaz. Bu yüzdendir ki “Kitaplardan alıntıdır hayat.”

Başka dünyalara başka bedenlere aç ruhumuz, sadece yazılarla ve kurgularla canlanacaktır. Topraktan yaratılmış insanoğlu kendini kelimelerle yeniden inşa etmedi mi yüzyıllardır! Ve insan olmaya çalıştığımız bu kargaşada ne kadar kendimizi bulmaya yoğunlaşsak da anlarız ki “Kitaplar hayattan alıntıdır.” Ve her kelime zerresi bir yaşanmışlık kanıtıdır.

Aylin ALAGÖZ/ 2013

27 Ocak 2013

ŞEHİRLEŞTİRİLMİŞ BİR GÜN




Hızlı ve hırçın geçen bir günün son saatleriydi. Sokakta mutlu insanlar, içkinin tesiriyle çakırkeyif tavırlarla İstanbul’un tadını çıkarıyorlardı. İstanbul’un asıl sahipleri tarihi binalar, her günün ardından değişen insan yüzlerini ağırlıyorlardı. Hiç bıkmadan, usanmadan yüzyıllardır değişen insan manzaralarına kucak açıyorlardı. Ne aşklar ne hayaller ne sevinçler ne kırgınlıklar ne üzüntüler sinmişti yorgun duvarlarına... Yaşanmışlıklardan oluşan bir yığındı İstanbul. İnsan parçalarının gelişigüzel birleşimi... Döngüsü hiç bitmeyen, hiç uyumayan, hiç dinlenmeyen yorgun bir savaşçıydı. Dolup boşalan otel odaları gibiydi. Bir kadının sakladığı tozlu ama heyecan verici bir sırdı gecenin karanlığında. Gülümserken hüzünle buluşabilmekti arnavut kaldırımlarında.

Son saatleriydi günün... Ve o tek başına, tarih sinmiş sokaklarda yürüyordu. Aklında sadece yaşam ve aldığı nefesin ciğerlerine verdiği haz vardı. Her yenilgiden, her pişmanlıktan sonra kendini eskimiş, insanlaşmış İstanbul’ a teslim ederdi. Gevşemek için, onun yaşanmışlıklarından bir parça koparabilmek için... Yeni yüzleri keşfetmek bu keşmekeşte... Sürreal bir bakış açısıyla sarılmak bu şehre... Ne zaman boşluğa düşse, bu şehrin insanlaşmış sesiyle karşılaşırdı. Hadi derdi fısıltıyla sana mutluluk sinmiş bir parçamı sunuyorum. Gülümseyeceğin anıları biriktir ve umursama derdi. İnsanların aksine, onu her haliyle kabul etmişti. Belki de sevmişti...

Küçük bir metrekareye sığdırdığı hayatı ve seçimleri vardı. Uzaktan gözlem yapmak ve gerekli olmadığı zamanlarda konuşmamak için programlanmıştı adeta. Bu konuşmama huyu, kırıldığı zamanlarda ve kendini ifade edemeyeceğini fark ettiği anlarda da devreye girerdi. Etrafını camdan bir bulutla sarardı. Sessizliğe gömülmüş hava akımından yoksun bir ortamda... Konuşsa sanki her şey daha da birbirine girecek ve çözülemeyecek bir düğüme dönüşecekti. Bu yüzdendi kaçmaları... İnsanlar yerine kendine ve bu şehre sarılışları... Yalnızlığı ile seviyeli bir ilişkisi vardı. Vazgeçemezdi ondan. İçindeki yalnız ve güçlü kadından... Onu anlamayacak insan yığınındansa kendiyle baş başa kalıp kendi kendini çoğaltmak daha mantıklıydı. En doğrusunun bu olduğunu da düşünürdü zaman zaman.

Günün son saatlerini düşünceleri ile tüketmişti yine. Kendine bir artı veya bir eksi getirecek tecrübeleriyle kapanmıştı gün. Yeni bir güne uyandığında biraz daha değişmiş, biraz daha şehirleşmiş, biraz daha yalnızlaşmış, kendi içinde bir orman yeşertmiş olacaktı.

Güneş yepyeni umutları getirir gibi doğdu küçük dünyasının kuytu karanlık odalarına. Farklı kararların çiçek açtığı bir bahçede buluverdi kendini. Tazelenmiş aydınlıklarla buluşan gökyüzünde... Bunun adının “Aşk” olduğunu aylar sonra fark edecekti. Ve hiçbir insanın “Aşk” olmadan yenilenip değişemeyeceğini. Kozasını terk edemeyeceğini... Tesadüfleri ona yeni bir kapı aralıyordu. Bu sefer dışsallaştırılmış bir dünyası olacaktı. Rüyalarının çoğu gerçek, gerçekleri ise kabusa dönüşüverecekti. Hayır, masal kahramanı değildi o. Senin, benim gibi sevinçler ve kırgınlıklarla yoğrulmuş bir candı. Kumar oynamayan insanlar cennetinde de yaşamıyordu. Gerçek dünyada gerçek acılara soyunuyordu benliği.

Ufuk çizgisini genişlettiği bu şehirleştirilmiş günde tamir ettiği beyaz kanatlarına elbette ihtiyacı olacaktı. Nefesini ilk güne adadı ve geçmiş düşüncelerinden bazı parçaları küf kokan İstanbul sokaklarına armağan etti.

Aylin ALAGÖZ/ 2013


23 Ocak 2013

HAYAL PEŞİNDE



Bir bakış mı demişti şair?
Yoksa içten bir dokunuş mu?
Benden başka önemli olan ne var ki hayatta!
Kişiliğimden, sevgimden başka.
Kelimeler anlatmak, yazmak içinse,
Susmak neden yakışır insana.
Kaçmak niye başka boyutlara...

Bildiğim bir sır var demiştim.
Sırrımı gökyüzüne söylemiştim.
Bulutlara, güneşe, aya...
Duru sulara söylemiştim hayalimi.
Bir insanın"kötü" huyuna değil.
Bakışındaki alaycılığa hiç değil!

Tahta bir köprü değil mi ömür?
Bazı yerleri kırık, dökük.
Bazı yerleri sapasağlam, dimdik.
Yine de karşıya geçmeye değer,
Yolumuzu kesmeye çalışsa da engeller.

Dostlarına değer ver demiştim kendime.
Kendinden verebildiğin kadar yüce.
Ve içten olsun kısacık ömrüm.
Bir kelebeğinki gibi renkli, parlak.
Daima hayal peşinde uçarak...

Aylin ALAGÖZ / 2013

21 Ocak 2013

AŞK



Beyninden çıkan kırık seslere aldırmadan topladı etrafı. Gitme vakti gelmişti yine. Anılar biriktirdiği bu evden, bu kentten ve iz bırakan insanlardan uzaklaşma zamanıydı. Titreyen ellerini kendi bile fark etmek istemiyordu artık. Mücadele ruhu her geçen gün yok olup gidiyordu. Onu anlamayan insanlar denizinde boğuluyordu. Kimseyi kırmamak isterken kendini yaralıyordu. Paramparça ruhunu yapıştırmaktan yıpranmıştı.

"Aşk" ona çok nadir uğrardı. Uğradığında da acıdan başka bir şey vermezdi. Hayatın oyunlarını kurallarına göre oynamayı becerebilseydi keşke... Hamuruna biraz umursamazlık katabilseydi. İnsanlara gereğinden fazla kendi ruhunu açmasaydı. Dokundurmasaydı yüreğinin kırılgan noktalarına. Aşk acınası bir zayıflıktı. Söyleyememişti yine. Karşılık bulamayacağından emin olduğu içindi belki de. Kapılar kapanınca yüzüne hissetti bunu. Aşk ondan yine uzaklaşmıştı. Buruk bir hatıra yine başucunda...

Hafızasını silebilseydi keşke. Kırıldığında anlamsız kalp çarpıntısını yatıştırabilseydi. Kedi gibi hissediyordu işte kendini. Şefkate her zamankinden daha çok ihtiyacı vardı. Onarılmaya belki... Eline yüzüne bulaştırdığı can kırıkları her yerine batıyor. Koyu kıvamlı  kırmızı renkli bir sıvı akıyordu etrafa. Bilekleri kesilip akan sıvı  kalp damarlarını boğuyordu sanki. Işıklar, beyaz ışıklar... Bayılma anında gökyüzünde gördüğü sadece beyazlıktı. Gözleri kör eden bir beyazlık. Bembeyaz bir sessizlik...

Gitme vakti gelmişti bu kentten. Yeterince yara biriktirmişti bavulunda. Yazdıklarını topladı, kitaplarını. Düşüncelerini bir kenara bıraktı. Düşünemediklerini aldı yanına. Yol haritası kendine doğruydu. Belki önümüzdeki "yarın" lardan birinde düzelebilme ihtimalini düşündü. Kapıyı örttü ve soğukla buluştu.

"Aşk" yine tek kişilik oyununu sahnelemişti.

Aylin ALAGÖZ/ 2013

18 Ocak 2013

GÖRÜNMEZ BİR SİS




Sildiğim bir yazı geliyor aklıma,
İtiraf etmekten korktuğum.
Sustuğum anlar gibi gecede,
Sallanan sandalyenin tıkırtsından bir hece.

Sonunu yazmadığım hikayeler yer ediyor beynimde,
Rüyalarım geçmişle alt üst.
Arafta kalmış karanlık mahzende,
Ellerimle buruşturduğum bir yüz.

Çelişen fikirlerim çalıyor kapımı.
Ansızın çırılçıplakken ben...
Kalkanlarımı yere indirmişken,
Gitmek istiyorum yolculuklara,
Hem de erkenden.

Gökyüzüne bakıyorum en gereksiz anlarımda,
Çıkış yolları dış kabuğumda.
Benden öte  bir yer istedikleri.
Dokunamayacağım kadar hayal ötesi...

Kurguladığım küçük dünyamda,
Yaşamımın kıyısında bir his.
Kördüğümlerimin çözülmezliğinde,
Sana doğru yollarım görünmez bir sis.

Aylin ALAGÖZ / 2013

17 Ocak 2013

MİTOLOJİDEN



Ruhunu bulamadığı bir ıssızlıkta, kanatlarından altın tozu fışkıran o eski kuş heykelini fark etti. Okyanus mavisi gözlerini bu devasa insanüstü taş yığınına odakladı. Putperest biri değildi. İnançlarından da pek emin değildi aslında. Tek inandığı evren ve kendisiydi. Sonun başlangıcını düşünmek istemiyordu. Bilmediği bir şey için kafa yormak ona göre zaman kaybıydı. Eninde sonunda o bilmediği gizemli başlangıçla herkes gibi tanışacaktı. Tek başına...  Heykelin gözlerindeki donukluk sanki göz bebeklerine yapışmıştı. Gözlerini kırpmakta zorlanıyor, sanki gözleri taş kesiliyordu. Bir an heykelin kıpırdadığını hissetti. Ya da başı mı dönmüştü!  Uzunca bir süre idrak etmeye çabaladı. En sonunda akşam içtiği şaraptan olabileceği düşüncesini kabul etti. Üşüyen ellerini ceplerine soktu. Sağ cebinde buruşturulmuş bir kağıt vardı. Eski bir fatura ya da gereksiz bir kağıt olabileceğini düşünerek açtı. Kaligrafik harflerle "Kişi zaman içerisinde parça parça ölür." yazısını okudu. Donuk mavi gözleri iyice soğudu. İçine tedirginlik bulutları yayıldı. "Kendi kendini korkutmak böyle bir şey galiba." diye mırıldandı.

Bu saçma mit heykelinden koşar adımlarla arkasına hiç bakmadan uzaklaşmak istedi. İçgüdülerine yenik düşeceğini hissediyordu. Bir defa bile olsa arkasına bakacağından adı gibi emindi. Öyle de yaptı. Gözlerini sımsıkı kapatarak arkasını döndü. Heykelin olduğu noktaya yöneldi. Gözlerini cam gibi açtı. Zümrüdü Anka kuşunun kanatlarındaki parıltının azaldığını gördü. Yanına yaklaştı. Ellerini kuşun kanatlarında gezdirdi. " Her şeyi bilen kuşların hükümdarı... Gizemleri aydınlatmaya yarayan bilgelik kütüphanende benim için tavsiyeler var mı? Hayatın akışı içerisinde belki üç beş küçük püf noktası senden istediğim. Ya da bir parça mutluluk. Kanatlarındaki gibi ışıltılı bir yaşam. Fazla bir şey değil dileğim. Anlaşılmak aslında bütün gayem. Kalan ömrümü arzu ettiğim gibi geçirebilmek. Kahkahalarımı bırakmak gökyüzüne. Senin gibi ölümsüz olmak değil amacım. Fani olmanın kurallarını ezbere biliyorum. Toprağa karışacağımı da. İnsanların beni anlamayacağını da..."

Heykelin yanında uzunca bir süre oturdu. Zihin haritasındaki geçmişinin parçalarına dokundu mavi gözleriyle. Sisli havada bir sinema sahnesinde oynadı hayatının baş rolünü. Uzaktan baktı yaptıklarına, yapamadıklarına. Geç kaldığı şeyleri düşündü, ertelediklerini... Oysaki yıllar önce buzdolabına bir magnet yapıştırmıştı. Üzerinde büyük harflerle "VAZGEÇME, ERTELEME, ÜŞENME" yazıyordu. Her okuduğunda öz güveni tazelenir yeni umutlar peşine düşmek için hevesini yanına alırdı. Yıllar geçtikçe hak verdiği bir yazıya dönüştü sadece. Hakkıyla uygulamaktan kaçındı nedense. 

Karmakarışık hafızası ve duygularıyla gecenin soğuğuna bulanmış heykelin yanından uzaklaştı. Evine doğru ağır adımlarla yürüdü. Üzerindekileri çıkarmadan yorgun vücudunu yatağa bıraktı. Rüya görmeden deliksiz bir uyku çekti. Pencereden gelen tıkırtıyla açtı mavi gözlerini sabaha. Pencerede bir kumru vardı. Israrla cama gagasını vuruyordu. Sallanarak kalktı yataktan ve pencereyi açtı. Kuş, gökyüzünün görünmez katmanlarına doğru çoktan uçmuştu bile. Pencerenin pervazında altın rengi bir kanat duruyordu öylece. Yüzünde yıllardır olmayan şaşkınlık ifadesi belirdi. "Hayat bana parça parça geri dönüyor." diye düşündü ve bu cümleyi bir kağıda yazarak buzdolabına yapıştırdı. Eksik olan umudunun geri geldiğini hissediyordu.

Bazen mucizelere inanmak gerçekleri kabullenmekten daha iyi bir çıkış yoludur.

Aylin ALAGÖZ/ 2013

13 Ocak 2013

DAHA



Fısıldayan birkaç kelimeden farksız gün.
Ne bir sihir ne bir büyü paslanmış yürekte.
Zihnimi çerçeveleyen paralel evrende.
Kaçış var diyorum.
Rotam benliğime,
Bilinmeyen yerlere...
Çözmeliyim şimdi düğümlerimi.
Daha çok içmeliyim duru sulardan.
Daha çok geçmeliyim bulanık yollardan.
Daha  çok sarılmalıyım.
Daha çok susmalıyım.
Hep daha çok olmalıyım.

Tezatlıklara bulanmış yeryüzünde,
Var olmamın mucizesi şu bedende,
Ruhumu hapsettiğim et parçasından ibaretse...
Kilitli bir sandıktır düşüncelerim.
Gördüğün üzerindeki toz yığını.
Açılmamış küf tutmuş hep aynı yerinde.
Zamanın bükülmesini beklerken,
Sönmüş bir yıldızın patlaması gibi.
Yenilenen milyonlarca hücrem gibi.
Her sabaha uyanan güneş gibi.
Daha az parlamalıyım.
Daha az göz kamaştırmalıyım.
Daha az sen olmalıyım.
Bana can veren "toprak" olmalıyım.

Aylin ALAGÖZ/ 2013

8 Ocak 2013

TESADÜFLER

      
Bizim dışımızda gerçekleşen anlar vardır. Bizimle bağlantılı olan. Bazıları kader der buna. Artık o kadar iyi anlıyorum ki kaderim tesadüflerin elinde. Sıradan bir günü tesadüflerle unutulmaz kılan ne peki? Yaşadıklarımız mı hissetiiklerimiz mi? Yoksa her şey olması gerektiği gibi mi günlük döngümüzde?

Bilemiyorum...

Bilemiyorum... Ne çok kullanır oldum son zamanlarda bu kısa kararsız cümleyi. Bilemiyorum... Sanki her şey benim dışımda gerçekleşiyor da ben buğulu bir camın ardından olanları izliyormuşum gibi. Görmek, dokunmak değildir çoğu zaman. Yüzündeki yaşam izlerini görmekle o izlere dokunmak aynı şey mi? Bilemiyorum... Aynı olmamalı... Elimdeki çizgilerin derinliği birileri için önemli olmalı. Bakışımdaki ifade, görebildiklerim, olayları değerlendirebilme yetim. Susuşlarım, gülüşlerim... Bir yankı olmalı bana geri dönen. Yaptığım saçmalıkların farkına vardırıp yüzüme vuran. Bir yansıma olmalı ya da sihirli bir ayna... Günün sonunda "Ayna ayna söyle bana..." diye masal cümlesiyle avunduğum.

Güneşin doğuşu ve batışı arasındaki yaptıklarım ne kadar da aynı. Her günüm biraz dün biraz bugün biraz yarın. Yerleri değişse bile sonuç hep aynı. Toplama işlemindeki toplananlar gibi. Klonlanmış bir hizmetkar gibi. Ölümle eşdeğer anlar gibi. Sonunu bekleyen bitkisel hayattaki ölü beyin gibi.

Zamanımı farklı yerde olmak için kullanabilirdim. Kaderim bu coğrafyada çizilmeseydi. Ya da her zamanki gibi beynimde uyuşuk hikayeler uydurup şu aptal koltuktan kalkabilseydim. Genlerimi de suçluyorum bazen. Keşke biraz daha maceraperest olabilseydim. Ya da kan görünce bayılan bir bünyem olmasaydı. Ufak şeyleri büyütmeseydim. Keşke, keşkelerle ördüğüm şu duvarı yıkabilseydim.

Tesadüfler demiştim. Hayatımı önemli kılan ve hep aynı geçen sıkıcı günlerimden ayıran. Sadece elimde tuttuğum bir avuç yıldız gibi. Çoğu da söndü artık zaten. Tarihler hatırlanmak için mi hatırlamak için mi? Bilemiyorum... Ah ah bilemediğim o kadar çok şey var ki. Başkasının gözünden görmek istediğim o kadar çok an var ki... Mayıslar, haziranlar,eylüller... Her yeni gün bir tesadüfe hazırlar bizi. O tesadüfe dokunmak ümidiyle...

Aylin ALAGÖZ / 2013

6 Ocak 2013

SABAH GÜNEŞİ




Dalga dalga dökülürken saçları omuzlarına nefesini tuttu ve heyecanını sönükleştirmeye çalıştı. Elinde, yanından bir an olsun ayırmadığı küçük not defterini sıkıca tutuyordu. Elindeki ter bezleri ve yaşamının derin parmak izleri defterin deri kapağına nüfuz etmişti. Zaman geçmek bilmezken ayaklarının durmak bilmez ritminden bunalmıştı. Kıvrak bir hareketle defterin sayfalarını hızlıca çevirdi. Histen öte yaşadığı zaman dilimlerinden birinin ona yol göstereceğini umuyordu. İçselleştirdiği o kadar çok şey vardı ki! Gerçeklerin sıkıcı tavrı ona göre değildi.

Sanki güneşin ellerini taşıyormuşçasına sıcacıktı parmakları. Sayfaları hırpalayarak çevirdi ve upuzun çarpık harflerle dolu bir yazıda durdu. Olduğu gibi anlatamadığı anlar vardı yazdığı notta. İnsanlardan kendini soyutlaştırdığı, kendi hayal dünyasında somutlaştığı bir akşam yazmıştı bu notu. Elini yazının üzerinde yavaşça dolaştırdı. Ruhunu ruhuna eşledi. "Aynı lambaların aydınlattığı farklı hayatlardık." diye başlamıştı yazıya. Hayalini gerçekle buluşturamadığı buruk, kayıp ve oldukça kırık cümlelerle devam ediyordu yazı. Kendini tanıyamadı yine bu yazıda. Sarılmanın verdiği bir huzur aradı etrafta. Kokusunu içine çekip saatlerce sarılabileceği bir beden, bir bedenden de öte kendi eşdeğer ruhunu aradı. Bulamadı...

Dolan gözleri bu saçma sapan hikayeden hızla uzaklaşmak istedi. Sayfalar rastgele çevrildi. Bu sefer de sonu gelmemiş bir cümleyi buldu kalbi. Yaşlanmayan gözleri bu yazıya takılı kaldı yine. "Nahoşluğum oyalanırken..." Geçmişin külleri kıvılcımlanmaya başlarken beyninde, su dökmeliydi fazlasıyla "aşk" içeren bu deftere... Heyecanını daha da katmerleştirip defteri sehpanın üzerine koydu. Ondan ve içindeki anılardan kurtulması gerekiyordu. Atmak mıydı çare yoksa yakmak mı? Karar veremedi... Saçlarını ensesinde sıkıca topladı, aynadaki yaşlı yüzüne baktı. Onu rahatsız eden; o kadar çok şey görmesine rağmen bir türlü yaşlanmayan gözleriydi. Sadece biraz yorgunlardı o kadar.

Sabah güneşinin büyüleyici ışığıyla buluşmak için araladı kalın perdelerini. Kendini koltuğa bıraktı ve titrek elleri kendi sigarasını yaktı. Dumanı içine çekerken başka hayatların yol haritaları geldi aklına. Düzgün, doğasına göre ilerleyen insan öyküleri. Çamura bulanmamış yaşamlar, riskle yoğrulmamış hayatlar, acıdan nasibini almamış bedenler... Derin bir gülümseme belirdi yüzünde. Sigarasını söndürdü. Banyoya doğru yavaşça yürüdü, gün ışığını ardında bırakarak.

Suyla doldurulmuş küvetin kenarına oturdu. Elini suya değdirdi, küçük dalgalar yarattı parmaklarıyla. Üzerindeki ekru saten geceliği omuzlarından kaydırarak çıkardı. Çırılçıplak bedeni ılık suyla buluştu. Hayalini somutlaştırmak için gözlerini kapattı, nefesini tuttu ve suyun içinde saatlerce kaldı. Kim bilir kaç sabah güneşi ardında kaldı. Ardında kaç kahkaha, kaç hikaye. kaç insan bıraktı... Bugün onun doğum günüydü...

Aylin ALAGÖZ/ 2013

2 Ocak 2013

KARELER




Sonu olmayan bir sarmalın içindeyim.
Tekrarlarımdan silik bir iz.
Bir karalama çalışmasıyım,
Hayatın kaleminde.
Buruşturulmuş bir müsveddeyim,
Atılmak için kenarda.

Bir fırça darbesiyim,
Kağıdın en uç noktasında,
En solunda...
En köşesindeyim hayatın,
İnsanların dışında.

Boş sallanan bir salıncağım,
Gülümseyen küçük çocuklarım,
Kahkahalarımı bir bir sayıp,
İmgesi sende kayıp.

Hayatın karelerisin uzakta,
Dokunamadığım şu dorukta,
Uzanmak isterken el,
Geri çevrilmiş mavi bir bakış.
Yitik, içten bir yakarış.

Mısralarımdaki en uç duygu.
Beynimdeki en gizemli soru.
Beni ben yapan genlerim,
Sana bulanmış bedenim.
Sona ulaşmış cümlelerim.
Sustuğun yerdeyim.
Belki de gözlerinin içindeyim...

Aylin ALAGÖZ/ 2013