28 Aralık 2012

EL





Tanıdık bir el aramalı şimdi,
Bilindik bir yelkenle yol almalı.
Bir adım ilerideyken,
Kördüğümlerini çözmeli.

Salt bir okyanustan,
Ekşi bir koruktan,
Yalpalayarak geçerken kalp,
Küflenmiş bir sokaktan.

Eskimiş bir roman okumalı şimdi.
Nefesini tutmalı en diplerde.
Ağır bir taş olmalı oyunlarda,
Hissiz, donuk, durağan...

Hiçe sayılmış bir duygudan,
Acı bir kahveden,
Hatırı bile olmazken,
Anların ibretlik toplamından...

Pulları sönükleşmiş bir balık olmalı,
Çürümeye yüz tutmuş bir sandal,
Bir "el" olmalı şefkatle dokunan.
Bir "el" olmalı değersizleri yok sayan.

Aylin ALAGÖZ/ 2012



23 Aralık 2012

YANLIŞ SEÇİM




Yüzüne yapışan kar tanelerine aldırmadan içinden haykırıyordu "Lütfen, bitsin artık. Lütfen... Lütfen..." Gözlerini sımsıkı kapatmış, ellerini göğsünde kilitlemiş, çamurlu bir yerde diz çökmüş oturuyordu. Altından, örümcekler, solucanlar, yeraltı pislikleri akıp gidiyordu. Aldırmadı... Titreyen ellerini daha da sıkı kenetledi ve iç sesini biraz daha yükseltti. Göz kaslarını gevşetse bilmediği bir boşluktan yuvarlanıp düşeceğini hayal etti. Gevşetmedi...

 Yarasaların sesi kadar ürkütücüydü gece. Donmuş gözyaşı kadar tatsız. Uğuldayan bir rüzgar gibiydi içinde... Meleklerin kanat çırptığını hissedebiliyordu. Ve başka boyutlardan gelen o kekremsi kokuyu... Bilmediği harfler uçuşuyordu havada, yüzüne yapışan kar taneleri değildi. Çözmesi gereken bir şifrenin ipuçlarıydı. Gece daha da soğuğa bürünürken uzaktan belli belirsiz bir ses işitti. "Yine yanlış seçim."

Bu da ne demek oluyordu şimdi ! Nasıl bir şeydi bu! Korkuyordu, hem de çok. Damarları bile titriyordu korkudan. Organları çalışma hızını artırmış sanki patlayacakmış gibi alarma geçmişlerdi. Kayıp kentlerin tanrıları sanki tüm korkunçluğuyla etrafını sarmıştı. Gözünü açsa mezardan çıkıp gelen gri tonlu yaratıkları görecekti. Buna dayanabilir miydi! Cesaretini toplamak istedi ama çoktan pes etmişti. Ruhunu huzur meleği Azrail' e teslim etmenin vakti gelmişti. Gözünü açmayacaktı. Yargılanmayacak, kimseyle hesaplaşmayacaktı! Gözünü açtığında göreceği farklı şeyler olsa bile buna hiç gücü yoktu. Zaten çok uzun zamandır rutin, uyuşuk hayatından da sıkılmıştı. Yaşamın artık haz vermediği apaçık bir gerçekti. Tüm iliklerine kadar yalnız ve umutsuzdu...

Sımsıkı kapattığı gözlerinin arasından mavi bir ışık ve karmaşık görüntüler belirdi aniden. Hayır, gözlerini açmamıştı! Aksine öyle bir kapatmıştı ki adeta mühürlemişti. İçindeki korku kat kat artmaya devam ederken görüntüler hayret verici berraklığa kavuştu. Elini uzatsa dokunacak ve o görüntünün bir parçası olacakmış gibiydi. Bir tiyatro sahnesini en önden izler gibiydi. Bu gördükleri kendi hayatının iz bırakmış parçalarıydı. Kendi hayatından parçaları anlamsızca izlerken tekrar o sesi duydu. Bu sefer daha anlaşılır ve daha yakından. "Yine yanlış seçim."

Melekler tekrar kanat çırpmaya başlamışlardı anlaşılan. Sert rüzgarları adeta hücrelerini bir bir yok ediyordu. Omzuna bir el nazikçe dokunuverdi. Ürperdi. Teninin ısısını ve yumuşaklığını hissetmişti. Aniden karar verip gözlerini saliseler içine açtı. Gördüklerine inanamadı !Yüzüne çarpan bembeyaz ışık, savrulan kar taneleri, yukarıdan ona telaşla bakan arkadaşları! Yine kayak yapmayı becerememiş, tüm hızıyla kocaman bir çam ağacına toslamıştı. Sonrası... Tabiki "Yanlış seçim." O pembe kar botlarını hiç giymemeliydi...

Aylin ALAGÖZ/ 2012

20 Aralık 2012

BAŞKA DÜNYALAR




Beethoven' dan çalan bir şarkıydı gün
Dingin, uyumlu...
Ne bir gülüş vardı yüzlerde,
Ne bir yağmur gökyüzünde.
Güneş bile terk etmeye meyilliyken günü,
Saklambaç oynardı hayallerim.
Ebelerdim geç kalmışlıklarımı.
Dağılan bulutlardan bir perde,
Göz bebeklerimin hep üzerinde.
Ayrılıkla çalan bir piyano,
Hatırlatırdı hep bana.
Çocukluğumu, gençliğimi...
Ölümün soğuk yüzünü,
Gülmeyen bir nota duyduğumda,
Işıldamayan bir bakış gördüğümde,
Anlardım son bulmuşlukları.
Çaresizce çalan kimsesiz şarkıları.
Son notasını çalan bir şarkıydı gün.
Son dansını yapan bir dansçı,
Son resmini çizen bir ressam,
Son nefesini alan bir "yabancı"ydı gün,
Başka dünyalara istemsiz bir sürgün.

Aylin ALAGÖZ/ 2012

15 Aralık 2012

BERRAK BİR RİTİM




Elimde sihirli seyir defterim,
Göç ederken anlardan, 
Görünmez sandığım esintilerim,
Silkinirken gerçeğin karanlığında,
Benim sandığım o ellerin.
Uzaklaşırken yakınlaştığım,
Acabalarla arındığım,
Tutturamadığım o ritmin.
Varlığımdan sıkılmış gibi,
Sonuna sadık kalamadığımız,
Adımlarımızdan ötede gerçek hayatımız.
Bedenime sığdıramadığım arsız ruhum.
Uysallaşmaya hazır hırçınlıklarım.
Doğu ve batıdan daha da zıt,
İnanmak için yazılmış eski bir yazıt.
Yutkunduğum sana ait mısralar,
Bana bulaşırken,
Hissettiğim,
Sadece soğuk rüzgarın elleri,
Sana bulaşırken,
Hissettiğim,
Kalbimin bozulmayan berrak ritmi...
Kime adandığı meçhul bu mısralarda,
Tek bir heceden ibaretiz dudaklarda...

Aylin ALAGÖZ/ 2012


13 Aralık 2012

YANILSAMA




Rüyaya dalacağı sırada bir uçurumdan aşağı düşer gibi içinden kayıp gitti tüm sevinçleri... Gördüğü her şey sahte, kendisi gerçek. Ya da her şey gerçek kendisi sahteydi. Yaşamın malzemeleri gibi kalitesiz ve geçiciydi her şey. En çok da hayatına değip geçen insan ruhları. Rüzgar esintisi gibi, yanağını tatlı tatlı okşayan bazen buza çeviren ve aniden kesilen... 

Soğuk terler içinde uyandı. Saatin tik takları henüz beş dakika bile ilerlememişti. Uykusuz geçecek herhangi bir geceydi onun için. Her zaman yaptığı gibi kitaplığından kalın bir hikaye kitabı aldı eline. Ilık sütlü kahvesi ve abajurundan yansıyan sarı ışıkla hikayelerin içine daldı. Ayrı ayrı kahramanlar oldu gece boyu. Hava biraz daha soğudu, etraf sessizleşti. Gözlerinin önünde kelimelerden bir sinema sahnesi vardı. Kendine kapalı gişe oynayan. Yönetmeni, oyuncuları kendi ve hayallerinden ibaret... Her sahnesi yaşama bulanmışlık içeren bir film...

Saatler ilerlerken buz kesmiş, yalnız elleri sayfaları çevirmeye devam etti. Ardı sıra gelen hayali sahneler... Birden kapı zili çaldı. Sahne toz duman olup kayboldu. Gözleri kapıya doğru çevrildi. Önce kitabı kapattı, masaya bıraktı. Tedirgin adımlarla kapıya yöneldi ve ardında kim olduğunu görmek için gözetleme deliğinden baktı. Elleri daha da buz kesti, kalbi yerinden fırlamak istiyordu sanki. Baktığında kimseyi göremedi. Aklının ona bir oyun oynadığını düşünerek tekrar yerine döndü ve kitabını eline aldı. Sabaha karşı böyle sanrılar görmesi normaldi. Nedense aklını kitaba bir türlü veremedi, içine bir tedirginlik yerleşmişti. O kapıyı açıp bakmazsa içi rahat etmeyecekti. Tüm cesaretini toplayıp kapıyı açtı.

Gözleri, karanlıktaki kırmızı paketi algıladı hemen. Kimin, ne zaman ve niçin koyduğunu tahmin bile edemeyeceği o kırmızı paket. Saatlerce pakete baktıktan sonra açmaya karar verdi. Korkak el hareketleriyle , mutsuzluğun kokusunu alıp hayatı oyalar gibi yavaşça açtı paketi. İçinde seneler önce yazdığı Shakespeare şiirleri. Tozlanmış kaligrafi örnekleri... Gözlerinden yaşlar dökülmeye başladığında elinde eski dostu kesik uçlu kalemi vardı. Yazıyı bırakalı çok oluyordu. Bu eski dostlarına arkasını döneli ve bir daha hiç bakmayalı yıllar olmuştu. Belki de yanağını okşayan o tatlı insan ruhlarından biri aniden ortaya çıkıp ilham perisini ona tekrar göndermişti. Kim bilir !

Bazı ruhlar kaybolsa da aslında bizi hep takip eder. Bazı kalpler yanımızda atmasa bile temiz kanı damarlarımızda dolaşır. Dost sandığımız, aşk sandığımız insan ruhları... Hepsi birer mucize ya da hücrelerimizde koca bir yanılsama...

Ve eski dostunu eline aldı, yazdığı ilk şey silik bir "Aşk"tı...

Aylin ALAGÖZ/ 2012

10 Aralık 2012

PASLI BİR BAKIŞ




Gerçeklerden arınmış,
Mum ışığına bulanmış,
Ayak seslerinden ibaret bir yerde,
Soğumuş ellerimden ötede.
Mahzene kilitlenmiş,
Buğusunda düğümlenmiş,
Akıp giden dumanlar gibi dipte,
Kuru bir iç çekiştin bedenimde.
Geçmişin zamanına kilitli,
Paramparça bez yığınlarından ibaretsen,
Silik bir yazıdan görkemliysen,
Ulaşılamayacak en uzak zirvede,
Ben ve cesaretim  hep bir adım geride.
Sen olmaya yetkin bir cümlede,
Ben olmaya uzak bir benlikte,
Kuytu kaya diplerinde bir yeşimsin,
Boynumda pişmanlıktan bir sicim.
Geriye iterken hep zamanımı,
Sarmal bir duyguyla kapalı her kapımı,
Art arda sıralanmış domino taşlarımı,
Gölgeleriyle renklendirilmiş anımı,
Uzaklaştırılmaya mahkum yargılarımı,
Öteki dünyaya götürürken yanımda,
Su yüzüne çıkmamış paslı bir bakıştın hep ardımda...

Aylin ALAGÖZ/ 2012

6 Aralık 2012

HİÇ




Bilinmezliğin özüyle yoğrulmuş bu dünyada kendini bulmak istercesine açmıştı gözlerini hayata. Güvenli ana rahminden dışarı çıktığında hava ile ilk teması, ciğerlerine dolan oksijen... Hatırlamanın imkansız olduğu bir dönemdi bebekliği... Belki de düşüncelerden uzak kaldığı iç güdüleriyle hareket ettiği tek yaşam dilimiydi. Derin bir sessizliğe ihtiyaç duyduğu anlarda yok olmayı hayal ederdi hep. Hücrelerini, hislerini duyarsızlaştırır sadece etrafa boş gözlerle bakardı. Kimsenin anlamayacağı, anlamlandıramayacağı halleri vardı.

Dünyanın saati ilerledikçe içsel saati biraz daha yavaşlıyor. Tecrübeleriyle olgunlaşıyor. Hatalarıyla sekteye uğruyor ve tekrar tekrar hata yapmaya göz yumduğunda her şey sil baştan yenileniyordu. İçindeki yorgunluğun nedeni de buydu. Tekrar tekrar yaptığı hatalar ve bunları bile bile seçmesi. İnsanları gözlemlediğinde karakter, huy ve düşüncelerinin çok zengin olduğunu fark ederdi. Hatta sonsuz çeşitte insan olduğunu...Onlarla konuşmak, paylaşmak hayat renklerini çoğaltırdı. Mutlu olmasına sebep olurdu. Öyle tuhaf biriydi ki sıcacık bir gülüş bile haftalarca onu ısıtabilirdi. Tek düşmanı önyargılı insanlardı. Hislerden uzak, daima negatif, kendi çemberinde yalpalayarak dönen insandan bozma kalıntılar... Evet aynen böyle düşünürdü: İnsandan bozma kalıntılar...Onları kendi çemberinin dışına atardı her zaman. Dünyaya başkaları yüzünden yorulmaya gelmemişti çünkü. Mutluluğu paylaşabilen içten insanlar yanında olmalıydı. Malesef herkes gibi insan seçiminde de çok hata yapmıştı. Gerçek yüzleri sonradan çıkan insanlar her an her yerde bulunabiliyordu. Bunu biraz geç akıl etmişti.

Şehirler ve insanların davranışları arasında kesinlikle özel bir bağlantı olduğunu düşünürdü hep. Ruh halleri şehrin havasına göre değişirdi çünkü...Şehrin kirli havası bazılarının kalbine kadar işlerdi. Böylelerinden uzak durmak gerekirdi. Tabi yüzlerindeki melek maskesini düşürmeliydi önce... Attığı her adımda saflığını sollayarak uyanıklığını harekete geçirirdi. Oyunu kurallarına göre oynardı bazen. Kimine göre iyi kimine göre kötü olurdu... Kendine göre ise bazen bir hiç bazen ise her şey. Bilmediği gerçekleri toplayarak oluştururdu benlik haritasını ve bir an gelirdi o harita küle dönerdi...

İnsan halleri ve bilinmezlik... Hücrelerimize dokunan belki en büyük gerçeklik. Kim bilir belki o kişi benim ya da sen.. Kimbilir belki de bir hiçim belki de sadece düşünce... Hiçlikten ibaret bu koca evrende...

Aylin ALAGÖZ/ 2012



29 Kasım 2012

MOR





Mor bir geceydi bitişler,
Yarım yamalak gölgeler,
Her duruşu saf,
Her yansıması vasat.

Buruk çalan bir nota,
Aidiyetsiz, muamma.
Kırık köprüden bir manzara.
Elindeki boş zarflarda...

Zayıf yönlerinden saklı,
İçine çeker gibi adsız kahramanı.
Geceyi aydınlatan silueti,
Dokunuşlardan arındırılmış teni.

Derinliği anlaşılmamış yeşillerin,
Büyüsü som altından benliğinin,
Sırtını çevirdiği bedenlerin,
Unutmak arzusu hecelerin.

Var olmayan gerçeği,
İnandırılmış tüm hisleri.
Mor bir geceydi bitişleri,
Saten bir kumaştan yamalı hayalleri...

Aylin ALAGÖZ / 2012


25 Kasım 2012

YOL HARİTALARI




Yollarda olmak ona keyif veriyordu. Attığı her adımda kalbinin hızla çarptığını hissediyor içine pürüzsüz bir enerji doluyordu. Hızlı giden şeyleri sevmiyordu. Uçak, araba, hızlı tren hiç ona göre değildi. Doğanın tadını çıkaramadan gözünün önünden kayıp gidiyordu manzaralar. Güzellikleri hızla tüketmek doyumsuz olmaya sebep değil miydi zaten! Zamanı ağır çekim yaşamalıydı bazen. Sindire sindire olmalıydı. Uzun uzun solur gibi havayı... Dokunarak gökyüzüne, hissederek toprağın soğukluğunu ve canlılığını...Düşünceleri yavaşlatarak beyninde, bahar temizliği yapar gibi tüm hücrelerinde...

Bisikletini ve renkli sırt çantasını alarak doğaya doğru yola çıktı. Tek başına olmalıydı, aklını bulandıracak hiçbir zihne ihtiyacı yoktu bu yolculukta. Ne bir anı ne bir his istiyordu artık. Enkazlardan uzak durmalı yeni bir duvar inşa etmemeliydi artık. Hayat oyunundan yorulmuş, insanların karmaşıklığından haylice sıkılmıştı.

Eski bir defterinin arasında kendi el yazısıyla yazılmış silik bir harita bulmuştu iki gün önce.Kırmızı bir kalemle koca bir puntoyla işaretlenmişti dere kenarında ceviz ağacının olduğu yer. Ne zaman yapmıştı, neden orayı işaretlemişti bilmiyordu. Zihninin derinlerine inmek istercesine gözlerini kapattı ve anımsamaya çabaladı. Sesler, kişiler, mekanlar birbirine girdi. İstediği bilgiyi çıkaramadı bu koca bataklıktan.

Çocukluğu geldi ansızın aklına. Elinde defter, yere oturup kaldı. Gözlerine çocukça bakışları yerleşti o an. Kendini görüyordu adeta araladığı geçmiş perdesinden. Tozlu bir sahnedeydi. Elinde eski moda bir mikrofon, mor işlemeli mini elbisesi, müziğin ritmiyle dans eden altın sarısı saçları... Söylediği şarkıyı duyamıyordu. Duyması da gerekmiyordu zaten. Keyifli bir şarkı olduğu çocuk bakışlarından anlaşılıyordu...O anda sahne şiddetli bir şekilde sarsılmaya başladı. Büyük bir toz kütlesi sardı etrafı. İnsanlar kaçışmaya başladı. Kendiyle göz göze geldi. Küçük kız elini uzattığı anda sahne çöktü ve altında kaldı. Kulaklarında hiç bitmeyen bir uğultu, gözlerinde gri tabakalar.Sonrası hafıza kaybı...

Hastanede geçen onca gün... Tanımadığı insanların oluşturduğu bir geçmiş... Hatırlamaya çabalamak ve etraftakilerin acıyan bakışları...Seneler hep böyle geçti. Bilmediği anıları yaratıp onlara inanarak. Kendine uydurulmuş bir geçmiş tasarlayarak. Şimdi ne yapmalıydı neye inanmalıydı? Geçmişteki neşeli kızın peşinden mi gitmeliydi yoksa pes mi etmeliydi? Aklını kemiriyordu o işaretli yer. Gidip görmeliydi sonunda hiçbir şey elde edemese bile.

Bisikletiyle çıktığı bu yolculukta bulmak istediği tek şey geçmiş olmamalıydı. İçinde kaybolmuş benlik taşlarından birkaç tanesini de bulup yerlerine yerleştirmeliydi. Saatler aktıkça yollar azalıyor, pedal çevirmekten bacakları inanılmaz derecede ağrıyordu. Her şeye rağmen doğada gördüğü ilginçlikleri fotoğraflamaktan geri kalmıyordu. 

Haritada işaretli yere çok az kalmıştı. Geçmesi gereken ağaçlık bir yer vardı. Oraya bisikletle girmesi imkansızdı. Dik yamaçlar ve kayalarla dolu bir yerden aşağı inince dereye ulaşacaktı. Bisikletini yol kenarında bırakıp çantasını sırtına taktı. Havanın kararmasına dakikalar kalmıştı. Hızlı hareket ederse hava kararmadan hedefine ulaşabilirdi. Kayalar tahmin ettiğinden de fazla ve keskin hatlıydı. Ne kadar dikkatli davransa da bir iki defa tökezleyerek düştü. Dizinde ve dirseğinde ufak sıyrıklar oluştu. Ayağının altından kurumuş yapraklar kayıp gidiyordu.Ayaklarının çıkardığı çıtırtıdan hiç hoşlanmadı. Dik bir yamaçtan neredeyse yuvarlanarak aşağı indi.

Çakıl taşlarıyla çevrili dereye ulaşmıştı işte. Suyu çok az ve oldukça yosunluydu. Elleri titreyerek cebinden haritayı çıkardı. İşaretli yere dikkatlice baktı. Büyük ceviz ağacının dibini gösteriyordu işaretli yer. Derenin kenarında gözleriyle ceviz ağacını aramaya koyuldu. Galiba yanlış yerdeydi. Etrafta ceviz ağacı falan yoktu. Bunu çizen kendisi olsa bile küçük bir kızın hayal gücünden ibaret olabileceği aklına bile gelmemişti. Kendi kendine gülmeye başladı.Halbuki kendine söz vermişti geçmişin peşinden gitmeyecek, yeni anılara yer vermeyecekti.

Sarmaşıklardan görünmeyen bir ağacın dibine oturdu ve derin bir nefes aldı. Haritayı buruşturup dereye doğru fırlattı. Süzülerek gidişini seyretti. Hafızasını kaybettiği depremden yalnızca bir sahne hatırladı. Çığlıkları, yok oluşları... En çok da kendi çaresizliğini, geçmişe dair silinen birçok anısını. Geriye getirmek ona mutluluktan çok acı verecekti. Seneler boyu hatırlamaya çabaladığını ve bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az bir anıyı hatırlayabildiğini fark etti. İnsanlar bu süreçte onu çok yormuştu. Bir de onların ikiyüzlülüğü ile tanışmak zorunda kalmıştı. 

Doktorunun dediği gibi derin derin nefes aldı. Gözlerini geçmişten arındırarak geleceğe kapattı. Hava yavaş yavaş kararırken sırtını dayadığı ağacın ceviz ağacı olduğunu fark etmedi bile...

Aylin ALAGÖZ/ 2012



18 Kasım 2012

ŞAHESER




Her sayfa çevirişimde,
İçime dolan her zerrede.
Doldur kadehimi saki,
Soluduğum yaşam taneleri.

Çokça geçtiğim köprülerde,
Senden öte düşlerimde.
Alnımdaki su damlacıkları,
Taptığım o hayali tanrıları.

Çocukluğumun teslimiyeti,
Gölgelerin hiçe eşitliği.
İnsan sandığımız acımasızları,
Yakıp yıktığım duyguları...

Eski bir tapınaktın zamandan,
Gökyüzüne baş kaldıran.
Ruhu kayıp, aşkı silik.
Her şeyiyle ütopik.

Sıcaklık çekilirken bu kentten,
Geriye kalan sadece "sen"
Issız bir yeşilin kuytusunda,
Soğukla buluşmuş bir eser "ben"
Ardında bıraktığın tüm yıkıntı "sen"
Yarattığın hiçliklerden şaheser "ben"

Aylin ALAGÖZ/ 2012

12 Kasım 2012

YARIM BİR HİKAYE




Rüzgarın hafifçe yüzünü okşadığı o puslu akşamda hayatında farklı şeyler olacağını hissediyordu. Daracık, küf kokan, ahşap yapılı bir sokaktan geçerken önünde neşeli bir kadın belirdi. Hem de yalnız! Hiç tahmin etmezdi o kadının peşinden gideceğini. Aklı ne yaptığını sorgulayıp engel olmak istese de ayakları müthiş bir hızla söz dinlemiyorlardı. Kadının ardı sıra gitmeye başlamışlardı bile. Etrafta kimsecikler yoktu. Korku filmlerinden kalma ucuz bir sis sahnesi yaşanıyordu adeta. Kendine gelmek istercesine bir an duraksadı ve yüzünü silkti. Ne yapıyordu böyle! Bu saçma sapan bir şeydi ve buna son vermesi gerekiyordu! Aklında milyonlarca kelime birbiriyle çarpıştı. Daha da karmaşıklaştı zihni. Gözlerini kapattı ve aklıyla bu duruma engel olamayacağını anladı. Bedeni onu bir şeye doğru sürüklüyordu. Vermesi gereken bir sınavdı belki bu da. Hayatta geçtiği saçma sapan sınavlardan biriydi işte. Umursamaz tavırlarla kadını takip etmeye devam etti.

Havanın ağırlaştığını hissedebiliyordu. Burnunun ucu buz kesmişti. Ellerinin titrediğini fark etti bir an. Acaba kadın onun varlığını hissetmiş miydi? Oysa geçen on dakika boyunca yürüyüş hızını hiç bozmamış arkasına bakmamıştı bile. Fark etse etrafa şüpheli bakışlar atmaz mıydı! Neden bu kadını takip ediyordu şimdi? Kimdi bu kadın? Aklı neden onu durduramıyordu? Dalgalı kumral saçları vardı kadının. Üzerindeki kıyafetlere bakılırsa otuzlarında genç bir kadındı. İş çıkışı evine yürüyor olmalıydı, belki de çocukları vardı. Yüzünü görebilseydi keşke. O zaman mutlu olup olmadığını anlayabilirdi. Yüzündeki çizgilerden acılarını okuyabilirdi. Keşke bir kere olsun dönüp arkasına baksa diye geçirdi içinden.

Yarım saat boyunca ara sokaklardan yürümeye devam ettiler. Adam, kadının nasıl biri olduğunu analiz ediyordu kafasında. Bugüne kadar hayatına giren kadınların özellikleri geliyordu aklına. Bir yap bozun parçalarını tamamlar gibi hiç tanımadığı bu kadının parçalarını doğru yerleştirmeye çabalıyordu. Boş bir tiyatro sahnesinde gibiydi şimdi. Oyuncular kayıp ve oyun hala devam ediyordu sanki. Kadın durdu ve sağ tarafta iki katlı ahşap bir evin kapısına doğru yöneldi. Büyük çantasından anahtarını çıkardı. Demek ki evde kimse yoktu. Onu bekleyen bir eşi ve çocukları yoktu.Yalnız yaşıyor olmalıydı. Tek bir hamlede kapıyı açtı ve içeri girdi kadın. Adam beş metre öteden kadının eve girişini seyretti. Ne yapacağına bir türlü karar veremiyordu.

Yüzünü görmese bile o kadındaki tuhaf enerji onu buraya getirmişti. Belki de yıllardır aradığı ama hiçbir zaman bulamadığı ve en sonunda vazgeçtiği ruh eşiydi o kadın. Beynindeki bu aptalca soruların yanıtını bulmak istiyorsa yüzleşmesi gerekiyordu. O zili çalmalı ve kadının yüzünü görmeliydi en azından. Bunu yapmalıydı. Evin önüne kadar geldi. Başını hafifçe kaldırıp yanan sarı ışıklara baktı. Eli zile uzandı ve bir anda çalmaktan vazgeçti ve koşar adımlarla oradan uzaklaştı.

Hayatında hiçbir şeye cesaret edememişti bugüne kadar. Bu da yarım kalmış bir hikaye oldu onun hayatında. Başaramadığı yığıntılara bir ek sadece. Zili çalsaydı belki hayatının yönü değişecekti; ama yapamadı. Yapamazdı...Kendi hayal dünyası tek kişilikti ve duvarları oldukça kalındı. Ne bir değişime ne bir yeniliğe ihtiyacı vardı.Yaşamında farklı şeyler olacağı hissini söküp atmalıydı.Hayatın mayasını kaçırmak konusunda usta olan biri bunu yapamazdı. Çünkü; onun adı cesaretsizlikti...

Aylin ALAGÖZ/ 2012



10 Kasım 2012

BİRİKİNTİLER



Gizli anların yolcusu birçok yürek,
Kuru yaprakların arasından,
İnce ince akan bir sudan,
Yosunlardan temizlenmiş,
Paslı, kanayan, ürkek...

Karanlıkların mahşerinde,
Belli belirsiz yanıp sönen,
Alev almaya yetkin.
Soğuk taş duvarlar elimde.
Hüzünleri çoğaltan bir harabede...

Sonbahar değil bedenimdeki,
Boğazın kıyıdaki birikintileri,
Kaldırma kuvvetim cılız,
Yığıntılar arasında yalnız,
Hiçbir yere hiçbir şeye hesapsız.

Başka maceraların içinde,
Yalnızlığımızı çoğaltmak için belki de,
Göçüp giden yitik bir kentte.
Mürekkebi dağılan bulanık gecelerde,
Yalınayak uzanmışım toprağa,
Bu soğuk sonbahar akşamında.

Aylin ALAGÖZ/ 2012

4 Kasım 2012

KASIM SABAHIYDI




Yeni kararlar alma vakti olduğunu düşündü kadın. Geçip giden ayların ardından kendi için yaptıklarını düşündü ve dehşete düştü. Ne kadar da azdı! Başkalarını düşünmekten, gereksiz beklemekten başka bir şey yapmamıştı. Zihninin büyük bir bölümünü kaplayan aslında zerre kadar önemli olmayan birine takılıp kalmak nedendi. Duyguların damarlarını koparıp mantığa bağlama zamanıydı şimdi. Yenilenme, eğlenme, iyi yönde değişme vaktiydi şimdi. Siyah bir kuğudan beyaz kuğuya dönüşmeliydi şimdi. Bunu şimdi yapmalıydı "Bir Kasım sabahında"

Güneşin hafifçe ısıttığı bir sonbahar sabahında, tatlı Kasım'da attığı adımlar onu heyecanlandırmalıydı. Geride ne bir iz ne bir toz kalmalıydı artık. Herkes için kendi önemliydi bu hayatta. O da öyle yapmalıydı, kendisi için yaşamalıydı. Sebepsiz susan insanların peşinden gitmeyecekti artık. Ne kendi ne kalbi ne de aklı... O yolları tamamen kapatıp önüne milyonlarca kaya parçası koymalıydı. Güneş yarın daha parlak daha güzel olmalıydı.

Kamikaze gibi hissetti kendini. Dünyası bir anda ters yüz olmuştu. Hafif bir çarpıntı ve mide bulantısıydı eskiden kalanlar. Arkadaki gözlerini aldırmalı bir daha geçmişin tuhaf yollarına sapmamalıydı. Çocuklar gibi olmalıydı her zaman neşeli, çoğu zaman unutkan. İçinden geldiği gibi yüksek sesle utanmadan gülebilmeli, hayatla dans edebilmeliydi. Kısa bir roman gibi olmalıydı. Okuyanların aklında tarifsiz bir lezzet bırakan...

Hayalleri vardı. Hep başkaları yüzünden ertelenen... Bir bir sıraya koymalı planlarını ve taviz vermeden uygulamalıydı. Kendi için yapmalıydı doğruyu da yanlışı da hataları da. Sadece kendisi için olmalıydı artık. Derin bir nefes aldı ve bir Kasım sabahı değişmek isteyen bir kadın için böyle başladı ve bilirsiniz ki kadınlar bir şeyi istedikleri zaman olay bitmiştir.

Aylin ALAGÖZ/ 2012

2 Kasım 2012

ŞEFFAF




İçim azaldıkça geçmişe sığındım.
Geleceği çoğaltmak için,
Tozlu raflara uzandı ellerim,
Bir "biz" aradı gözlerim.

Sağanağa yakalanmış gibiydim.
İçim amansız çığlıklarında,
Zamanın durmazlığında,
Geçirdiğim ışık yıllarıydın.
Uzakta en uzakta...

Anlamayı geciktirdiğim anlarsın.
Umudu var ettiğim, gözlerindeki yeşillerin,
Bakakaldığım donuk mavilerin,
Çöllenmiş kahverengilerimsin.

İndirdiğim kepenklerde,
Her gece üst üste,
Aramızda şeffaf bir duvar,
Cesaretsizlikten örülmüş tuğlalar.

Korktum, korktuk.
Yeni bir hikayeye başlamaktan,
Sonunu kötü sandığımız,
Alıştığımız ihanetlerden.
Korktum, korktuk.
Yarım kalmışlığımızdan,
Yorucu öykülerden,
Erkek ve kadın hallerinden.

Aylin ALAGÖZ/ 2012

30 Ekim 2012

AYKIRI DÜNYALAR




Neyin boş vermişliği şimdi bu,
Neyin son bulmuşluğu dersin,
Yutkunurken tuzlu anılarımı,
Sıyrılmak için açtığım o kapılarını...

Neyin sanrısıydı şimdi bu,
Diriliş miydin yok oluş mu,
Ön görememek gibiydin,
Aklımın bana vurduğu tokat gibi.

Neyin telaşındasın şimdi,
Kendine olan inancının mı,
Aldığın her yudumda,
Uyuşturduğun duygularının mı...

Neyin çabasındayım şimdi,
Senin mi gülüşünün mü,
İçimde sessiz, boş merdivenler gibi,
Duruşun soğuk, bir hayalet sanki.

Neyin gölgesiyim şimdi,
Pare pare bedenlerin mi,
Yine aynıyım yine ayrı...
Yaşanmamış her bir masal gibi...

Aykırı dünyalarda kaldı aklım.
Ulaşamadığım yıldızlarda,
Yükümü taşıyamayan gemilerde,
Yarınlara kaldı yine yarınlara.
Gitmek mi dedim uzaklara,
Az kaldı dedim zamana...

Aylin ALAGÖZ/ 2012

25 Ekim 2012

BEYAZ PİYANO




Tıka basa oyuncaklarla dolu bir dükkanın alt katında minik boya izleri olan duvara bakıyordu. Hangi çocuk kim bilir hangi hayalini canlandırmıştı minik fırça darbeleriyle? Hangi oyunları, hangi sevinçleri, hangi masalları anlatıyordu? Kim bilir! Belki de notalardan bir şarkıydı o minik izler. Hayatının ritmi belki de...Bir melodi duydu derinlerden. Bir çocuk, neşeli bir şarkı çalıyordu. Hem de piyanoyla!

Sisle aydınlanmış bir depoyu andırıyordu burası. Kumral saçlı çocuk, beyaz bir piyanonun başında minik parmaklarını dans ettiriyordu. Hayranlıkla izledi. Çocukken o da çalardı. Saatlerce piyanonun başından ayrılmaz, rüyasında bile piyanosunu özlerdi. Kendi piyanosuna ne kadar da çok benziyordu. Bir keresinde piyanonun yanında duran kocaman seramik vazo devrilmiş ve piyanonun ahşabına zarar vermişti. Günlerce üzüldüğünü hatırladı, boğazı düğümlendi. Gözlerini yavaşça kapattı karanlığa, ruhunun kanatlanıp hafiflediğini hissetti bir an. Tüm çocukluğu gözlerinin önünden geçip gitti adeta. Dokunmak istercesine elini uzattı yaşanmışlıklarına. Eli havada asılı kaldı.Yaşlanmamış gözleri aralandı ve piyanonun ayağına bakakaldı. Gördükleri çok saçmaydı. Bir an irkildi! Bu onun piyanosuydu ve  kumral çocuk da kendisi !

Nefessiz kaldığını hissetti ve derin bir "ahhhh" sesiyle başını sudan çıkardı. Suyun altında uyuyakalmıştı.Yine çocukluğunu düşünmüş, eski perdeleri aralamaya çalışmıştı. Dakikalarca öksürdü. Islak bedenine baktı, buruşmuş ellerine. Vücuduna değen her su tanesi canını yakıyordu artık. Kulağında bir çınlama hissetti. Su sesi o kadar huzur bozucu çıkıyordu ki, yılanlar tıslıyordu sanki kulağında. Bedenindeki izleri temizlemek için derisini kanatırcasına sabunladı. O anda şişmiş karnını fark etti. Bir an önce bu şişlikten kurtulması gerektiğini biliyordu. Çocuklardan nefret ediyordu. Kendi çocukluğundan bile!

Havluya sarınarak çıktı banyodan. Boy aynasında çıplak vücudunu seyretti. Karnındaki tuhaflık dışında her şey mükemmeldi. Başının döndüğünü hissetti, kafasındaki seslerin karmaşıklaştığını. Zamanın geriye doğru akmasının mümkün olamayacağını hissetti. Hataların telafisinin aslında hiç olmadığını. Kesici bir alet aradı etrafta, bir jilet gözüne takıldı. Fazla düşünmeden eline aldı ve ustaca karnını yardı. Ilık kan bedeninden aşağıya doğru süzülüyordu. Nefes alıp verişleri hızlandı, elleri uyuştu, bayılacak gibiydi. Atik davranarak rahmini avuçladı ve cenini çıkardı. Bembeyaz bir sis  kapladı gözlerini, kulaklarında piyano sesiyle yere yığıldı.

Yeşil önlüklü bir sürü hastane görevlisi ona bakıyordu. Görüntü ve sesler karmaşıktı, algılayamıyordu. Annesinin sesini duydu sanki çok uzaktan. "Kızım, artık uyan. Geç kalacaksın işine!" Beyaz sis perdesi birden aralandı. Kendi yatağındaydı ve her şey normaldi. Yarıma yaklaşan saat dışında tabii. Yorganı üzerinden fırlattığı gibi hemen boy aynasına koştu. Karnı şiş falan değildi. Anlamsız bir gülümseme yerleştirdi yüzüne ve haykırdı "Hala çocuklardan nefret ediyorum galiba!"

Aylin ALAGÖZ/ 2012

22 Ekim 2012

KIRMIZI BALONLAR




Çocukça düşlerin kahramanıydık,
Kocaman bir kahkahaydık,
Işıl ışıl bakışlarda.
Gelecek, önümüzde bembeyaz bir perde,
Oynanmamış bir piyes...

Bir tiyatro oyunu gibiydik,
Bir oyuncusu hep eksik.
Sen ve ben...
Umut vaat eden yetenekler gibi,
Kabına sığmayan yarınların ateşi.

Çocuktuk henüz,
Siyah perdelerimizden arınık,
Gerçekle aramızda koca bir bıçak kesiği...

Kırmızı balonlardık seninle,
Havada hızla yükselen,
Maviyle buluşan,
Özgürlüğe karışan.

Gözlerimi kapattığımda ordasın hala,
Gülüşün yanı başımda,
Huzurlu taptaze bir anısın.
Çocukluk arkadaşıydık biz...
Bir zamanlar aynı güneşle aynı zaman dilimini paylaşan...

Aylin ALAGÖZ/ 2012


20 Ekim 2012

SONSUZ




Histerik anlardan ibarettir
Sevgi, sevinç
Muhtemel bir hapistir
Gönlümün son bulduğu kilit

Sönmüş bir sigara kadar
Dumansız bitiş
Yok olduğun zaman toplamı
Sonsuzluğu bulamadığın
Aramaktan vazgeçtiğin direniş

Büründüğün benliğin
Aslında ayakta kalmış
Yaşayan tek umut hücrelerin
Öğrenmeyen ruhun
Akıllanmayan içsel bir bakış

Avuçlarından dökülen kum taneleri
Yitip giden zamanın hikayeleri
Geçmişinin kalıntıları
Sarsılıyor hiç şüphesiz
Beyninin diriliş atölyeleri

Buruşuyor hayat
Son buluyor dudaklar
Bir hisle,
Karanlıkla,
Sonsuzla,
Göğe doğru bakan beyazlıklarla...

Aylin ALAGÖZ/ 2012

16 Ekim 2012

DOMİNO




Gün batımının esrarengiz renk karışımından yapılmış büyülü bir kolye taşıyordu yanık teninde. Ne zaman başına kötü bir şey geleceğini hissetse kolyeyi ufacık ellerinin arasına alıp sanki ona devasa bir enerji yüklüyordu. Beyni uyuşuyor, duyguları karmaşıklaşıyor ve özenle yaptığı mihenk taşları bile yerinden oynuyordu böyle anlarda. İçindeki tüm domino taşları ardı sıra yıkılıyordu ayakta kalmamacasına. DNA zinciri bile paramparça oluyor sanki yeni bir benlik yaratıyordu tanıyamadığı benliğinde...

Özenle kurulmuş bir hayattı onunki. Dikenlerden, siyahtan, çamurdan uzaktı. Evet ona göre öyleydi işte! Her yaşını çok sevmiş, gerektiği gibi yaşamış, hayatın suları hiç dizini geçmemişti bile. O kendi tabiriyle "iyi" oldukça zıt kutupları kendine doğru çekmiş; kötüleri ve tezatlıkları cımbızla çeker gibi bulmuştu gelecekteki "düzgün" hayallerine inat. Kalbinin minik bir köşesinde kalmıştı inancı: kilitli, hiçbir zaman açılmayacak tek mirasıydı adeta.

Kolye yine avuçlarındaydı ve aklında yine "yıkılan" düşünceler. Tuzla buz olan hayaller... Çekip gitmek istiyordu buralardan. Beklemek doğum sancısı gibi geliyordu. Hayır hayır!! Kesinlikle beklemeyecekti!! Bavulunu topladı, anılarının bir çoğunu almadığını fark etti. "Böylesi çok daha iyi, yenilerini yaratmak için kendime fırsat veririm." diye içinden geçirdi. Yenilenmek için gitmesi gerekiyordu. Kilometrelerce uzağa, tanınmayan yüzlere, yerlere ulaşıncaya kadar gitmeliydi. Terk etmeliydi onu terk edenleri, belki kendini bile. Evet, gerekirse kendini bile terk edecekti! Belki adını bile yeniden koyar, yeniden doğardı. 

Biraz cesaret koydu bu kez bavulunun bir köşesine. Bunca yıldır hiç harcamadığı cesaretini. Biraz da acımasızlık koydu hiç kullanmadıklarından. Değişim onun zaferi olacaktı ya da küle dönüşümü. Göze alması gerekiyordu her şeyi. Yenilenmek için bazen ölmek de gerekirdi zaten. Kolyeyi boğazından çıkarıp attı. Boynunda hafif kan izleri kalmıştı. Hayatında kalan izlerin yanında hiçbir değeri olmayan izlerdi bunlar. Hafif bir gülümseme taktı yüzüne, yeni hayatına doğru yola koyuldu. 

Küçük taş bir köprüden geçti. Dinlenmek için nehrin kıyısına inip ayakkabılarını çıkardı. Akan suya öyle bir kilitlemişti ki gözlerini elleri kolyesini aradı: yoktu. Elini kalbine götürdü, inancını aradı. Yoktu!! Arkasına baktı hiç kimse yoktu! Ellerine baktı: bomboştu...Nehre doğru yavaş yavaş yürüdü. Bu sefer nehrin suları hayatının sularını geçmişti işte... Sessizliğe gömülen yeni hayatı buydu işte. Soluksuz kalana kadar yürüdü yürüdü yürüdü... Sonsuzluğu keşfedenlerden oldu...

Aylin ALAGÖZ/ 2012

12 Ekim 2012

BİR SES



Bir ses geçiyor aklımdan
Gecem yine bölünüyor
Uykusuzluklara...
Ardı görünmeyen bir bulut sanki
Gözümün ucunda bir damla

Yalnızlıklar çoğalıyor
Sesler,hisler daha derinden
Son dansını yapıyor gölgeler
Yitip giden ritüeller

Uzak kalıyor tenler
Dokunuşlar, bakışlar
Küsmüş sanki "biz" cümleler
Sen ve ben olmuş yeniden
Ana rahmindeki gibi beden

Uyumak istiyor hücrelerim
Bilinmez bir huzurla
Aydınlanmak için geceye
Hakikatten resim çizmek için belki de

Cümleleri çıkarmak hayattan
Kalıp yargılara veda etmek
Yeni bir ten yaratmak tenimde
Yarınların çoğalan dünyasında
Geçmişte geleceği yaşayanların rüyasında

Aylin ALAGÖZ/ 2012

6 Ekim 2012

"NEREDEYSE..."


Şaşkınlıkla kalakaldı o cümleyi duyduğunda.Ne yapacağını, ne söyleyeceğini, ne hissedeceğini bilemedi. Boğazını kaynar bir su gibi yaktı o cümle.Düğüm düğüm oldu düşüncelerinde.İnanmamak istercesine baktı o gözlere. Kendine inandırmak düşüncesiyle...

"Neredeyse aşık olacağız birbirimize..."

O dudaklardan dökülemezdi bu anlamsız sözler. Uzun zamandır keyifli vakit geçirdiği biri sarılarak ve gözlerinin içine bakarak nasıl böyle bir şey söylerdi! Aşka inancını nasıl yerle bir ederdi? En kötüsü de karşılıklıymış gibi görünen duyguların sahte çıkması. İstanbul gibiydi işte gözleri. Muhteşem bir güzellikte ama riyakar.Çiçek dürbününden büyülü bir bakıştı bakışları, renk renk. Her seferinde başka bir desene dönüşen. Oysaki ömürlük hazırlamıştı o gözlere o ruhta yerini. Ve her seferinde yankılanan o ses...

"Neredeyse aşık olacağız birbirimize..."

Zihnindeki imgelerin birbirine girdiğini hissetti. Anların çoğaldığını, çoğaldıkça anlamsızlaştığını... Islak, çamurlu bir sokaktan geçer gibiydi ruhu. Göreceliydi elbette bu devirde her şey. "Temizlik" bile göreceli... Bir tek şeyden emindi artık.Hayatın pisliklerine bulanmıştı işte. Hisleri ona yalan söylüyordu. İnsanlar başka bir oyunun içindeydi ve o oyunun kurallarını bilmiyordu. Herkes başka dilde konuşuyordu artık. Zihninde hala o ses...

"Neredeyse aşık olacağız birbirimize..."

"Unutmak" kelimesi ne kadar da üstü kapalı ve anlaşılmazdı. O neden unutamıyordu zihninin oyununu, insanları, yaşadıklarını...Hepsi üst üste birikip canını acıtmaya yetiyordu. Oysa insanlar unutkan varlıklardı. O neden unutamıyordu? Varoluşunu mu reddediyordu zihni? Bedenine mi sığamıyordu duygular? "Unutmak" acının içinde güzellikleri anlatan bir kelimeydi. Keşke ona sahip olabilseydi. Ve hala aklında o cümle...

"Neredeyse aşık olacağız birbirimize..."


Aylin ALAGÖZ/ 2012

30 Eylül 2012

KAYIP GERÇEK



Rüyalarında gerçeği yaşayan biriydi, uyandığında en büyük kabusu başlıyordu: yaşamak...Gün bitimine kadar uyuşmuş duygularını su yüzüne çıkarmadan yaşamayı becerebildiyse kahvesini daha keyifli içiyor, sigarasının dumanları ciğerlerini bir sevgili gibi sarıp sarmalıyordu.Uzun ve kasvetli düşüncelerden uzak durmaya çalışıyor kurduğu mutluluk düşlerinde yaşıyordu. Yapılacak işleri yapıp vücudunu derin bir keyfe devretmek için yatağına uzanıyordu.

Üst üste yığılan karmakarışık renklerin içinde kahverengide karar kılan tuhaf hayatını düşündü bu gece. Ya o başaramamıştı ya da hayat ona saçmalıklarını art arda sunmuştu. "Neden ben?" demek de gereksiz bir cümleydi ona göre. Gerçekten mutlu, aradığını bulan kaç tane insan vardı ki? Sadece kendini inandırmış, kandırmış insanlar vardı. Sahte mutluluk sarhoşları!!!

Hayatı izlemekti çoğu zaman yaptığı... Ne zaman hayatın içine doğru bir adım attıysa sert bir rüzgar onu çemberin dışına itti. Kimileri buna "şans" diyordu, kimileri de "kader"... Bir tek o biliyordu sert kayalara çarptığını. Anlamaya çalışmak bazen anlaşılamamaya sürükler ruhu. Kapandıkça kapanır düşünceler, duygular...Gözde bir buğu kalır geriye ve sadece susmalar... O da öyle yaptı: Baktı ve sustu... Bazen de güldü, kahkaha attı. Kimilerine göre "sinirsel" kimilerine göre "hissel"... 

Ona göre artık "gerçek" rüyalarıydı, yaşadığı dünya ise aklının karmaşık oyunu. Halüsinasyonlarla ve bir sürü gereksiz insanlarla dolu. Bedenini reddetmiş, ruhuna sarılmış bir hayattı. Tek ve yaşanmamışlıklardan oluşan bir rüya gören yalnız bir ruh. Siz hiç ölüme yakın oldunuz mu? İşte onun gibi bir şey...


Aylin ALAGÖZ/ 2012

25 Eylül 2012

MEVSİM GEÇİŞLERİ




Sessizce yürüyen ayak izlerin
Mevsim geçişleri kalbimin
Başlangıçlara doğru,
Sonsuzluğa uzanan ellerin...

Bir varmış bir yokmuşların
Güneşi olmuş bakışların
Yeniliklere doğru,
Bana bakan anıların...

Filizlenen yeni bir gizemin
Gülüşlerde saklanan gamzenin
Sonbahara doğru,
Yapraklarını dökmüş düşlerin...

Farklılıkların, aynılıkların
Kenetlenmiş duyguların
İnançlara doğru,
Vazgeçilemeyen insanların...

Aylin ALAGÖZ/ 2012



20 Eylül 2012

BİN YÜZ BİR YÜZ

 
 


Hiç bitmeyen bir hikaye yazmak isterdim. Sonu bilinmezliklerde kaybolan, içinde hep kahkaha olan bir hikaye...İnsanların sadece gülen yüzünü gördüğüm, sahtekarların olmadığı bir düşte geçen hikaye...Bu söylediklerim o kadar imkansız ki! Hayatınıza değer kattığını sandığınız insanlar hiç sebepsiz yere sizi üzmeye bayılırlar. Her gün yüzlerinde farklı bir maske... Gerçek yüzleri hangisi ayırt edemezsiniz. Etrafınızda gülen sahte dudaklardan ibarettirler bazen. İçten içe kuyunuzu kazan, farklı düşünceler besleyen...
 
Çok sevdiğim bir söz var: "Herkes ederi kadar!". Gerçekten de öyle! Eninde sonunda o maskeler düşer, ucube yüzleri çıkıverir ortaya. İnsan kendini ne kadar uzun süre saklayabilir ki zaten? Ne kadar gizleyebilirsin huyunu, suyunu... Başkasının kılığında ne kadar dolaşabilirsin? Ruhun yorulur, düşüncelerin yorulur, bedenin yorulur. İçindeki pislik zamanı gelince akıverir işte. Genelde tartışmalarda ortaya çıkar bu durum. Eğer bir taraf bağırıyorsa emin olabilirsiniz maskesinin biraz sonra düşeceğine..
 
Bir de her şeyi kendi üzerine alınan insanlar vardır. Ne yapsanız, ne söyleseniz kendileri için söylediğinizi düşünürler. Aman ha! Uzak durun bu hastalıklı kişilerden! Resmen patlamaya hazır bir bombadır ve ne yapacakları bilinmez. Çantalarına bir psikologun kartını atarak yardım edebilirsiniz bu insanlara.
 
Kendini sorgulayan insanlardan hiçbir zaman korkmadım. Kendini bilen insan bunu her zaman yapar zaten. Kendi eksik yönlerini de görmeyi bilir. Hatalarının da farkındadır zaten. Bu özelliğin de sonradan kazanılacağını düşünmüyorum açıkçası.Yetişkin birine kendini sorgulamayı öğretmek, empati kurmasını istemek bi yere kadardır. Aile; çocuğunu bu şekilde yetiştirmelidir. Ne yazık ki çok kaliteli olduğunu düşünen insanların da yetişme tarzında kesinlikle bir sorun vardır. Belki bu yazıma sinir olanlar çıkabilir. E olsunlar diye yazdım bende zaten :))) Ne demişler "Herkes ederi kadar!"
 
Aylin ALAGÖZ/ 2012

14 Eylül 2012

İSTANBUL




Elimde güzelliklerin dört bir köşesini aynı anda gösteren bir dürbün olsa... Çıksam İstanbul'un en yüksek tepesine...Teknolojiyle bağlarımı koparsam bir günlüğüne. Biliyorum, İstanbul hareketli, gürültülü, yorucu ama bazen de içine kapanmış yaralı bir kadın gibi suskun. Bir çocuğun gülüşü kadar masum bazen de... Canını acıtanlara hırçın, kalabalığa öfkeli... Keşfedildiklerinde keşfedilmeyi bekleyen bir genç kız gibi...Hayali olmayanların bile hayali...

İstanbul'u yaşamak bir günlüğüne istediğim... Caddelerinde yürümek, sahilinde dinlenmek, kafelerinde oturmak değil istediğim. Bu şehre uzaktan bakmak. Milyonlarca insanın üzerinden gelip geçtiği bu şehre uzaktan bakmak. Gülen yüzünü keşfetmek, acılarını dinleyip dertleşmek. Hem kendimi hem İstanbul'u anlamak. Kendi içimde bir İstanbul yaratmak...Ya da uzaktan öylece izlemek. Kendi hikayemi yazmak Eylül esintisinde.

Kendimi tatlı serinliğinde boğazın akışına bıraksam, duygularım serbest, söylediklerim hükümsüz, söyleyemediklerim yağmur damlası olsa üzerime yağsa...Kokusunu içime çeksem sevgiliyi koklar gibi. Uçup giden martılar olsam gökyüzünde. Tezatlıklarını görsem, aşklarına, kavgalarına misafir olsam... Tarihinde kaybolsam...Kötülüklerine aldırmadan yürüsem caddelerinde, dokunsam bitmek bilmeyen yaşam enerjisine...Acıları es geçsem, hafif bir melodiyle yürüsem...

İstanbul'un iki yüzü var bence. Biri elinde rengarenk balonlar tutan neşeli, heyecanlı, gülümseyen bir sevgili diğeri ise sigara dumanında boğulmuş, yorgun, cesaretsiz bir savaşçı...Bu şehirde yaşayanlar bilir, bazen biri oluruz bazen öteki...Yine de severiz bu şehri, bağlanırız ona kayıtsız. Ayrılınca özleriz. Çünkü; İstanbul yaşanması gereken en büyük aşktır. Yaşayanlar bilir...

Aylin ALAGÖZ/2012


4 Eylül 2012

SU




Yastığa her sarılışında o kokuyu duymaktan bıkmıştı. Hiçbir zaman sahip olamayacağı hayali kokuyu... Sadece kokusu kalmıştı kalbinin derinlerinde. Hafif bir manolya kokusu...Vasat şiirler gibi okunmamaya mahkumdu içi, hissettikleri... Camı açtı ve uzağa baktı. Kilometrelerce uzağa... Sonsuzluğa uzanacak gibi tek noktaya sabitledi gözlerini. Göz bebeklerinden hırçın yağmur damlaları bir bir akıp gidiyordu şehrin görünmezliklerine. Onu yoran bu şehri düşündü. İnsanın başını döndüren, vaktini bozuk para gibi harcayan, ruhunu uçan balon gibi göklere çıkaran, muhteşem ama acımasız bu şehri düşündü. Şehirlerin de ruhunun olabileceğini düşündü. Keşke Eski Yunan'da yaşasaydım diye iç geçirdi. Her şeyin bir tanrısı, her felaketin, her güzelliğin bir sebebi olurdu o zaman... 

"Neden ağlıyorsun bugün? Sen de mi içini dökmek istiyorsun sokaklara ya da seni anlayan kalplere? Sen de mi terk edildin yalnızlıklara? Savaşlarda sen de mi cephanesiz kaldın? Gönül verdiklerin başkalarının mı oldu hep? Hep mi aldandın, hep mi inandın kahraman bildiğin hainlere?" Bu sorularla beynindeki ve kalbindeki satır aralarını doldurmaya çalışıyordu. Hiç boşluk kalmamacasına...Keskin bir bıçağın sivri ucuydu sanki. Battığı her yeri delip geçiyor, değdiği yerlere bile zarar veriyordu. En çok da sevdiklerine, ona yakın olanlara...

Yağmur sel olup akıyordu ıssız ve karanlık sokaktan. Aktıkça hem şehri hem içini temizliyordu. Gözlerini sıkıca yumdu, sık ve uzun kirpikleri birbirine kenetlendi. Hayatının baş rollerini verdiği o hayatları düşündü. Senaryosu kötü yazılmış hayat filmini. Yaşlı ellerine usulca baktı. Titreyen ellerine...Akıp giden gökyüzüne döndü yüzünü. Hızlı dönen dünyaya tüm keşkelerini haykırmak istedi. Kaybettiği aşkları...Keşkeleri ona geri verilseydi eğer heves uğruna seçtiği yanlış kişilerden uzak dururdu. Seçimlerini seçtiklerinden yana değil seçemediklerinden yana kullanırdı belki bu sefer. O kadar da sigara içmezdi belki... Nasihatlari sadece dinleyip içinden geldiği gibi hareket ederdi. Hayatına sahip çıkardı ve tüm keşkeleri derin bir mezara gömerdi. Gündüzlere aşık olurdu geceler yerine. Birine aşkla dokunurdu ve hiç bırakmazdı onu seveni. Çocuklarla çocuk olur neşe katardı hayata. Grilerle boyanmış duvarlarında renkli minik boya izleri olurdu. Anılar olurdu şu boş evinde. Yalnız olsa bile hatırlayacağı dopdolu geçmişi. Pişmanlıktan değil de kahkahalardan kırışmış yüzü olurdu şimdi. Keşke keşke geriye dönebilseydi, geriye akabilseydi her su... Gerektiğinde durdurulabilseydi akan su...

Akıp gitti hayatı işte avuçlarından bir su gibi, kirli bir su... Gözlerini açtı ve şehre yağan yağmur artık onun göz pınarlarındaydı. Durduramadı... Aktı, aktı, aktı...

Aylin ALAGÖZ/ 2012

1 Eylül 2012

KABUK TUTMUŞ YARA



İlkokulda gibiyim şimdi
Umutlarım taze
Vicdanım hür
Duygularım yıpranmamış
Ağlayabiliyorum hala...
Damlaları dışa akıtabiliyorum...
Koşuyorum güneşe, yeşillere
Bulutlarla oynuyorum
Arkadaşlarıma küsüyorum
Kimbilir kaç "aşk"ım oluyor
Ellerim, tırnaklarım kirli
Yüreğim tertemiz ve saf
Saatlerce hayal kurabiliyorum
Küçük oyunlar peşindeyim hala
Kağıtlara çizdiğim düşüm
Kendim, yaşamım, ailem
Dizimde kabuk tutmuş bir yara
Kimbilir hangi zevkli oyundan kalma
Anlayamadığım "Büyük"lerin oyunları
Sessiz sessiz planları, mutsuzlukları
Tersine dönen manzarasız dönmedolapları
Raflardaki tozlu hatıraları
Söylenmemiş yalanları

İlkokulda gibiyim şimdi
İçim bolca oksijen dolu
Kirlenmemiş henüz dünya
Sevebiliyorum hala insanları
Hayvanlar daha içten olsa da
Hiç ölmeyeceğime inanıyorum
Çocuk gibi
Hiç yok olmayacağıma
Şekerlerimin hiç bitmeyeceğine
Mucizelere inanıyorum hala
Bir günlük ömrü kalmış biri gibi
Terketmeler yalan geliyor bana
Susmalar anlamsız
Herkesin özgürce konuşabildiği
Suçsuz bir dünyadayım şimdi
Yargılanmalar vicdanlarda
Acıyan dizimdeki kabuklu yara
Yalancı gözler ölmüş
Sadece mısralarda bir söylenti
Nefes gerçek, his gerçek
Acı yalan, yok olma yalan
Benim dünyam gerçek
Dizimdeki kabuk tutmuş yara gerçek.

Aylin ALAGÖZ/ 2012

29 Ağustos 2012

MASKELİ KUKLA



Kalabalık bir yerden geçiyorsunuz. Bir davet, eğlence, parti, konser... Flaşlar patlıyor gözünüze gözünüze. Makyajdan gerçek yüzleri görünmeyen o yapma insanlar. Ellerinde içkiler, adeta kendilerinden geçmişler... Çalan müziğe eşlik ediyorlar. Yaşanmış kötülükleri silmek için bağıra çağıra şarkı söylüyorlar. Gözleri hep etrafta olan maskeli insanları sevmiyorum. Yerine göre farklı farklı yüzler takan insanlar samimi değil.

Anlık haz peşinde olanlarla dolu her yer. Herkes anlık mutluluk peşinde. Sürekliliğini yitirmiş artık mutluluklar.Uzun soluklu mutlulukları yakalamak zor artık. Çünkü; sabır yok, saygı yok, anlayış yok, empati hiç yok...Asimile olmuş gençlik var artık. Bu gerçek! Geceleri mini eteklerle erkek peşinde koşanlar,istediğini alınca bir daha dönüp bakmayanlar. Aynı anda üç beş kişiyle beraber olanlar ve bunu marifet sayanlar...

Dans etmek, müzik dinlemek, arkadaşlarla iki kadeh içip eğlenmek güzel şey. Arada yapılmalı, kafa dağıtılmalı elbette. Ama kendi özgürlüğümüzün sınırlarını bilerek. Bazılarının özgürlük sınırlarını aşmayarak olmalı bu... Kimseyi incitmeye hakkımız yok. İncinmeyi de hiç kimse hak etmez. İnsan, duygularıyla var olan bir canlı. Ağda yaparak alınmaz ki duygular, sadece insan alışır. E buna da tecrübe denir. Kırıla kırıla sen de kırmayı öğrenirsin ya da kırılmamayı ve kırmamayı... Bu da bir tercih meselesidir.

Peki ya aşkını kadehlerde arayanlar? Bitince yere fırlatıp atanlar? Dışı başka içi başka olanlar? Nasıl ayırdımına varırız bu insanların? İnsanları tanımaktan, onlarla vakit geçirmekten başka çaremiz yok. Oynadığımız büyük bir kumar aslında. Gökkuşağı renklerinin milyonlarca tonu olan bu şehirde... İstanbul'da...Üstelik gökkuşağının bittiği yerde altın falan da yok.

Önce her şey güzel gelir gece hayatında. "Aaaa ne kadar eğlenceli, ne kadar renkli her yer... Herkes ne kadar samimi.." dersin. Bu bir yanılsamadır. Saatler ilerledikçe düşüncelerdeki rüya alemi kabusa dönüverir. Önce duygularını bırakırsın bu şehre. Sonra insanlara olan güvenini. Bir de bakmışsın "Tecrübeli insan" oluvermişsin. "Olgun" laşmışsın. Halbuki olgun meyvenin bir sonraki aşaması çürüme değil midir?

Aylin ALAGÖZ/ 2012


23 Ağustos 2012

KALBE DOKUNDUYSAN EĞER





Ne kadar güçlüsün hayatta,
Ne kadar yenilmez savaşlarda,
Ne kadar vazgeçilmez damarlarda,
Kalbe dokunduysan eğer...

Ne kadar şiirsin mısralarda,
Ne kadar hikaye satırlarda,
Ne kadar duygu şarkımda,
Kalbe dokunduysan eğer...

Ne kadar gözdesin bu düzende,
Ne kadar kalıcı yüreklerde,
Ne kadar asil bedenlerde,
Kalbe dokunduysan eğer...

Ne kadar hayatsın yanımda,
Ne kadar düş masalımda,
Ne kadar kahramansın aslında,
Kalbe dokunduysan eğer...

Ne kadar ışıksın gölgede,
Ne kadar koşabilirsin göklerde,
Ne kadar çocuksun gülüşlerde,
Kalbe dokunduysan eğer...

Ne kadar varabilirsin yarınlara,
Ne kadar yakınsın uzaklara,
Ne kadar yok olabilirsin dudaklarda,
Kalbe dokunduysan eğer...

Aylin ALAGÖZ/ 2012

20 Ağustos 2012

ROMANTİK BEYAZ, ASİL SİYAH



Gözlerini sıkıca yumup başının dönmesini engellemeye çalıştı genç kadın. Duydukları gerçek değil, sanrının bir parçasıydı. Buna inandırmıştı kendini. Kızgın güneşin bir oyunuydu sadece. Çöl rüzgarı onunla oyun oynamak istiyordu. İçindeki öfkeli çocuklar canlanmış, ellerindeki taşları kalbine doğru savuruyorlardı. Kanının çekildiğini, sanki bileklerinin kesildiğini hissetti kadın. Görünmez bir kan akıyordu içine içine. Can parçaları un ufak olmuş hissizliğe doğru yola çıkmıştı bile... Kendinde değildi. Gözlerini açmaktan öylesine korkuyordu ki... Karşısındaki adama yenileceğinden değil, kelimelere hakim olamamaktan. Adamı üzmekten değil, aslında kendini yaralamaktan.

Yutkundu... Boğazında milyonlarca kelime takılı kaldı. Konuşmak istedi, kendini anlatmak...Adam o kadar kararlıydı ki "Neye yarar kendimi hırpalamaktan başka?" diye düşünüp içindeki sesi susturdu. Gözlerini açtı ve adama baktı. Olanca gerçekliğiyle söylediklerini idrak etmeye çabaladı. İçi o kadar çok kanamıştı ki gözlerinden yaş olup fırlayacaktı sanki. Kendine hakim olmalıydı. "Güçlü bir kadın gözyaşlarını yalnızlığına saklamalı." dedi içindeki ses.

Duygularını ve vücudunu hissizleştirerek donuk, yabancı gözlerle adama baktı. Yalancı bir gülümseme taktı yüzüne. Dudaklarından ona ait olmayan kelimeler dökülüverdi. "İki kişilik hayat bana göre değil zaten." diye geçiştirdi. Adam, kadını teselli etmek ister gibi eline dokundu pişkin pişkin ve ekledi "Aramızda gerginlik olsun istemiyorum. Biz arkadaşız." İşte o an kadının beyninde şimşekler çakmadı, adeta yıldırımlar düştü içine. Bu ne kadar da bencil bir cümleydi böyle? "İstiyorum, istemiyorum, istemiyorum......" İçinde hep "BEN" barındırıyordu bu kelimeler. Peki ya kadın? Onun istedikleri, istemedikleri adamın umrunda bile değildi. "Umrunda olsaydı zaten bir gün öncesindeki tezatlıkları barındırmazdı." dedi kadının içindeki ses.

Konuşma, iki üç cümle ve gizlenmiş bakışlarla sona erdi. Oysa adam "Konuşalım." dediğinde o kadar çok heyecanlanmıştı ki kadın. Romantik beyaz elbisesini giymişti, iyi şeyler olacağına inanarak. Bu, sonuçsuz ve nedeninin bilinmediği konuşmanın üzerinden aylar geçti. Kadınının duyguları, kıyafetleri gibi beyazdan siyaha büründü. Asil siyaha...

Aylin ALAGÖZ/ 2012

17 Ağustos 2012

ANLATIR MI SANA



Anlatır mı sana?
Gözlerimdeki gizemli ışık
Karanlığın içindeki sarmaşık
Hüzünle bakarsın
Bilmem nereye
Düşlere, sevinçlere
Ya da solgun bir menekşeye

Anlatır mı sana?
Beni, yarınlarımı
Yıkılmış, enkaz altında kalmış anılarımı
Annesiz, okşanmamış bir yavrunun
Hiç dindirilmeyecek acısını

Anlatır mı sana?
Hayatımı, yaralarımı
Yaşanmamış yanlarımı
Fısıltı mı olmuş bakışlar
Yoksa kör mü olmuş dudaklar

Anlatır mı sana?
Çırpınışları, yok oluşları
Sebepsiz kahroluşları
Issız, yalnız, sarp bir kaya
Ya da matem dolu Ağustosun ayazında

Aylin ALAGÖZ /2012

13 Ağustos 2012

ERKEKLER VE ANNELERİ




Sahilde güneşlenirken biraz düşüneyim biraz da gözlem yapayım dedim. Hem erkekler üzerine hem de onları doğuran anneleri üzerine... Malum ataerkil bir toplumuz. Ne kadar kadın ve erkek eşit desek de kesinlikle bu böyle değil. Neden değil? Kadının doğası ile erkeğin doğası birbirinden çok farklı. Tıpkı tatlı suda yaşayan bir balıkla tuzlu su balığı gibi. Birini ötekileştirmeye çalışsanız o ayrı dünyada yok olup gider. Kadın ve erkek birbirinin tamamlayıcısıdır. Kesinlikle birbirinin aynı değil.

Erkeklerin çoğunu anneleri yönetir. Erkekler ne kadar karşı çıksa da bu cümleye bu böyledir. Anne onayı almadan yaşayamayan erkekler tanıyorum. Annelerine bağımlı, onun istediği hayatı yaşayan,bir nevi annenin erkek hali çocuğunun ruhunda gibi...Anneyi kutsallaştıran erkekler kadınlarla olan ilişkilerinde, ciddi düşündüklerinde hep annesi gibi olanları seçerler. Çünkü; yönetilmeye alışmışlardır ve bunu devam ettirecek ikinci bir kadına ihtiyaç duyarlar.

Erkeklerin davranışlarına biraz değinmek istiyorum. Hep sorarım kendime neden insanlar iki hatta üç, beş kez düşündüken sonra eyleme geçmez diye. Özellikle erkeklerin kadınlara olan davanışı böyle. Erkeklerin gözünde kadınlar onları eğlendirmeye yarayan kuklalar ve hayatını adayacakları kutsal anneler olarak ikiye ayrılır. Yani eğlenilecek olanla gezer tozar her şeyi yaşarım kullanılmış bir poşet gibi de çöpe atarım demek oluyor bu. Neden? O kadının duyguları yok mu? Hayalleri yok mu buruşturup atıyorsun öteye? Daha duygusuz taş kalpli bir kadın yaratmış olmuyor musun böyle yaparak? Bunu yaşamış olan senin annen olsaydı ne düşünürdün peki? Gönlün razı olur muydu o kadının üzülmesine? Bence erkekleri yetiştirmede anneleri büyük hata yapıyor. Erkek biriyle çıksa anneler ayakta alkışlar, o kızı bıraksa elinin kiri boşver oğlum derler. Ha bire fişeklerler yanlış yapmaya. Daha çok kadının kalbini kırmak için sokağa salarlar.

Annesinin sözünden çıkmayan erkekler ve hemcinslerini üzdüğü için ayakta alkışlayan anneler!!! Söyleyeceklerim size...Kadınlar, erkeklerden daha hassas ve daha duygusaldır. Hiçbir erkeğin, sırf eğlenmek, vakit geçirmek, cinsellik yaşamak için bir kadını kırmasına izin vermeyin. Onlara empati kurmayı öğretin. Yaşadığınız acıları somutlaştırarak erkeklerin dilinden anlatın. Namusun sadece bacak arasında olmadığını anlatın. Bir kadına değer vermenin, hayallerini çoğaltmanın zevkini aşılayın. Bir erkeğin kadınsız, bir kadının erkeksiz olamayacağını birbirlerini özgürce tamamlamaları gerektiğini öğretin.

Oğlunuza sevmeyi öğretin, güvenmeyi öğretin, zorluklarla savaşmayı, açık yürekli olmayı, bir kadını kendi istekleri için kullanmamayı öğretin.. En önemlisi, kalp kırmamayı, hayal yıkmamayı öğretin.

Aylin ALAGÖZ /2012

10 Ağustos 2012

CAMDAN KÜRE



Camdan bir küre tutuyordu elinde... Ne anılar geldi geçti o an aklından. Boş ve donuk gözlerle küreyi elinde evirip çevirdi. Geçmiş canlandı bir anda önünde. Yaptığı hatalar, kaçırdığı fırsatlar ve pişmanlıkları bir bir hesap sordu yüksek sesle. Yosun kaplı ağlamış duvarlara döndü yüzünü ve haykırdı. "Hiçbiriniz beni anlamadınız. Sen mi anladın? Ya da sen?  Bu hayat beni bir gün olsun anlamadı! " Küreyi, camdan dışarı göle doğru fırlattı. Geçmişi fırlatıp atmak istercesine. Taştan sert yumruğunu cama geçirdi. Damarlarından akan kan onu temizliyordu adeta. Oluk oluk... Yabancı birine bürünüyordu kan aktıkça. İçindeki pislik temizlenip gidiyordu sanki.

Yine o ses "Sen bilirsin. Beni ne kadar yakınında istiyorsan o kadar yakınım sana." Aklından çıkmıyordu bir türlü bu ses. Halbuki kendi istemişti uzak olmayı, yeni bir hayat kurmayı. İşler hep kötüye gitmişti ondan sonra. Güçlü görünen adam o kadının içten söylediği bu cümleyi aklından çıkaramıyordu. Beyninde, duvarlarda, karanlıkta, denizin dalgasında, doğan güneşte, söylenen aşk şarkılarında hep bu cümle yankılanıyordu. İstese de artık dokunamazdı o cümleye, o sese, o kadına... Yitip gitmişti kadın. Ölümün soğuk kolları onu sarmalayıp içine çekmişti çoktan. Ardında kalan sadece bir söz ve hatırlardan çıkmayan gülüşüydü.

Bir sis kapladı geceyi. Buruk bir akşamın kokusu geliyordu burnuna. Masayı iki kişilik hazırladı adam: kendisi ve hatıraları... Özenle yaptı yemekleri... İki mum koydu masaya, kibritin aleviyle tutuşturdu fitili... İki kadeh koydu karşı karşıya. İşte her şey hazırdı. Bir sigara yaktı ve camdan dışarı baktı ve sanki bir hayali bekliyormuşçasına koltuğa gömülüp oturdu. Gözleri, buğulu camın ardına kilitlenip kalmıştı. Saatler geçti. Sigara üstüne sigara yaktı. Hayatının tüm kotasını o gün doldurmak istercesine çekti dumanı ciğerlerine. Mumlar, çoktan kaçırdığı fırsatlar gibi eriyip yok olmuştu bile. Geriye acı bir tortusu kalmıştı.

Bekledi...Bekledi... Bekledi... Artık hayalleri bile geri gelmiyordu. Bir fısıltı duydu "Zaman".Tek bir mirası vardı: gölün dibindeki camdan küre. İki boş kadeh gibiydi hayatı... Karşılıklı duran iki yabancı ve şarabın kırmızısından mahrum kalan kanla doldurulmuş iki kadeh... "Zaman" diye haykırdı duvarlara adam "Zaman!!!!"

En acımasız silahtı işte geçen zaman, yitip giden zaman, geri döndürülemeyen zaman, yaşanmamış zaman...

Aylin ALAGÖZ/ 2012


6 Ağustos 2012

NOKTA KONMUŞ YALNIZLIK





Vazgeçebilmektir yeni yollar açan
Eskimemiş hayaller peşinde koşturan
Çekip gidebilmektir ardına bakmadan
Özgürlüğe uçabilmektir zaman

Vakti geldiğinde elini çekmektir aşktan
İçindeki tüm kırıntılardan
Yaşanmışlıklar ardında kalan
Aklını durmadan oyalayan

Vazgeçebilmektir yeni ufuklar açan
Yeni maceralarla gönlümüzü sulayan
Hiç durmadan gidebilmektir yaşam
Engellere, zamana, yaşa aldırmadan

Bulutlar gibi gelip geçiyor zaman
Nokta konmuş anılardan
Paslanmış yalnızlıklardan
İki boş kadeh gibi duruyor yaran
Hiç dokunulmamış
Hiç kanatılmamış ardından
Vazgeçebilmektir hayata başlangıçlar katan

Aylin ALAGÖZ/2012

31 Temmuz 2012

AŞK "NOTLARI"M




İlk defa aşk ile ilgili düşüncelerimi doğrudan yazacağım. Yazıyı yazdıktan sonra da muhtemelen bu dediklerimi unutup yeni şeyler inşa edeceğim. Sadece okuyup geçiniz...

  • Aşk sizi "sallayıp" geçer. Geriye kalan sadece silik bir hatıradır.
  • Bazen ise aşk, sürdürülmüş bir metafordur.
  • Aşk bazılarına "ayrık otu" gibi gözükür. Kökünden sökmek isterler.
  • Aşk hissi gerçekliğin silinmesidir. Aşk varsa öteki gerçekler o an için yoktur.
  • Her aşk sular altında kalmaya mahkumdur. Paylaşılan ada ne kadar büyükse bu o kadar gecikir.
  • Aşkı elinle tuttuğunu sanırsın. Bu bir yanılsamadır. Aşkı oluşturan şeyler ne kadar somut olursa olsun aşk bir soyutlamadır.
  • Aşk, bir balığın üzerindeki göz kamaştırıcı bir puldur.
  • Özgün aşk yoktur. Öğrenilmiş aşk vardır. Doğduğumuzdan bu yana gözlemlediklerimiz "sosyal aşk" olarak bize geri döner.
  • Aşk kalpte değil beyinde başlar. Beynimizde oluşturduğumuz kalıplara en uygun kişiyi seçerek başlarız işe... Uygun kişi bu kalıplara yerleştirildikten sonra beyinden kalbe sinyal gönderilir ve kalp devreye girer.
  • Aşk içimizdeki orkestranın ritim bozukluğudur. Her biri başka notadan çalar. Gün gelir hepsini susturmak istersin.
  • Aşk durulduğunda yerini alışkanlık almış demektir. Kalp aşkı aramaya devam edecektir böyle bir durumda.
  • Aşk dinlerdeki mezheplere benzer. Herkese göre farklı.
  • Pascal "Kalbin, aklın bilemediği kendine özgü nedenleri vardır."
  • Yalnız kalan, insanlar değildir. Herkes o aşktan çekip gittiğinde aşktır yalnız kalan.
  • Aşktan kendini soyutlayamazsın. Ne kadar set çeksen de etrafına o seni gelir bulur. Hem de hiç ummadığın bir anda.
  • Aşk şiirleri aşıkken anlamlı.Değilken boş sözlerdir.
  • Yaş ilerledikçe "sıfır" aşk bulman zorlaşır geriye hep "ikinci el"ler kalmıştır. Sen de dahil. 
Aylin ALAGÖZ/ 2012

26 Temmuz 2012

KARMA"KARIŞIK"



Okyanusun dibi gibiyim bazen
Gündüz ışıl ışıl ve berrak
Gece ulaşılmaz, ürkütücü, soğuk
Dalgalar çoğaldı mı yerinde duramayan
Durulunca kendini bulamayan

Sabit bir bank gibiyim bazen
Hantal, korkak ve bıkmış
Olduğu yerde duran
Sokak lambasıyla aydınlanan
Daima aynı manzaraya bakan

Eski bir oyuncak gibiyim bazen
Tozlanmış bir kutuda ömrünü geçiren
Eskidikçe eskiyen
Yenilenmeye heves eden
Terk edilmiş bir umutla hala bekleyen

Paslanmış bir iskele gibiyim bazen
Fotoğrafçıların ilgi odağı olan
Sarhoşların sabahladığı
Denizin sabaha kadar kamçıladığı
Kayıp giden hayata sıkıca tutunan

Yosun tutmuş bir taş gibiyim bazen
Soğuk ve kaskatı ruhum
Beni saranlara kayıtsız
Bir ağaç dibinde yalnız
Gecenin soğuğunda hep üşüyen

Soyut bir resim gibiyim bazen
Renkler üzerimde karmakarışık
Duygular dört bir yanda çoğalmış
Her bakışta farklı anlam bulan
Bazen de anlaşılmamaya adanan

Gece gibiyim bazen
Karanlık, kasvetli, gizemli
Sırlarla, ruhlara dolu içim
Bin bir oyunla aydınlanırken gece
Sabahı özleyen bir yıldız gibiyim

Aylin ALAGÖZ/ 2012

23 Temmuz 2012

HAZİRAN SABAHIYDI




Tesadüfle başladı her şey... Yıllarca birbirini gören ama konuşmayan iki yabancı için. Yıllar sonra zaman- kader ikilisi kapılarını hafifçe onlara doğru araladı. Eski yüklerinden yeni yeni kurtulmaya başlayan kız, her gün konuştuğu bu erkekte sanki kendini görüyordu. Ya da yitip giden bir parçasını... Gün geçtikçe hem tedirginliği artıyor hem de içindeki heyecana ket vuramıyordu... Ne kadar garipti oysaki yeniden birine karşı bir şeyler hissedebiliyor olması. Kalbinin çarptığını hissediyordu gelen her mesajda. Hayır! Tabiki hayal kurmuyordu onunla ilgili. Çünkü, kurduğu hayallerin yıkılma ihtimali bile onu ürpertiyordu. Bir de gerçekleşmezse bir daha nasıl toparlanabilirdi. Kırık parçalarını nasıl bulabilirdi. Kalbini hep saklıyordu konuşmalarında... Erkeğin ne düşündüğü onun için muammaydı. Ama hissediyordu olmayacağını... Yine de içinde yaşama umudu gibi gizli kalmış bir filiz yeşeriyordu. Nihayet yüz yüze görüştüler. Erkek fark etmedi bile titreyen o elleri, ışıldayan gözleri...Aşk zaten tek taraflı olmak zorundaydı "aşk" olabilmek için... ""Olsun" dedi kız. Her zaman elindekilerle çok mutlu olmayı başarabilmişti çünkü. Görmek, konuşmak bile yeterdi ona... Aşkını eline aldı ve kimsenin uzanamayacağı bir rafa kaldırdı. Kimse görüp de dokunmasın ona diye...

Haziran sabahıydı bir sonraki buluşma... Gecenin sonuna kadar uzayacağından ve farklı duygular tadacaklarından ikisi de habersizdi. Sıcaktı, pırıl pırıldı gün. Etraftaki herkes çok güzeldi. Mutlu olunca herkes böyle görünürdü göze. Kırk yıllık hatırlara yenisini eklemek için yudumladılar kahvelerini. Kızın içine bir şey doğmuştu. "Kapat" dedi "Falına bakayım." Kız yanılmamıştı. Karşısındaki erkek de onun gibi yaralıydı. Kırgınlıkları, pişmanlıkları ve keşkeleri vardı. Buruktu içi...Geçmişten kalan cam kırıkları da hala çıkarılmamıştı kalbinden. Zaten böyle bir niyeti de yoktu erkeğin... Umursamaz bir tavırla üzerini örtmüştü sadece kökünden kazımak yerine. Şarap eşliğinde biraz iç döktüler sonra. Kız haddinden fazla açmıştı sanırım içini. Güvendiğinden ya da geçmişten tamamen kurtulmak istediğinden mi bilinmez. İstiklal caddesinin  büyülü kalabalığının içinde yürüdüler.Konuştular, sustular ve yürüdüler... Şarabın etkisi de saatler ilerledikçe caddeye doğru akıp gitti...

Gecenin ilerleyen saatlerinde biraz kalabalıklaştılar. Biralar içildi, arkadaşlarla sohbetler edildi. Kızın sağ işaret parmağına kondurulan öpücük hala hafızasından çıkmadı. Hafızasına kazınmış bir çok şey oldu aslında o gece. Hiç beklemediği bir şekilde elinin tutulması ve daha sonrası. Sadece içkinin etkisiydi erkekteki. Sonrası mı? Sonrası kız için bekleyiş. Erkek için bitiriş oldu. Kızın aşkı sadece bir güne sığdırılmış anı olarak kaldı. Şimdi mi? Yok öyle bir şey...


Aylin ALAGÖZ/ 2012