Karanlık bir gecede toprağın
nemli yüzü onu içine çekiyordu. Vücudunun her bir parçası yer altına gömülür
gibi sarsılıyordu. Nefesi tanıdık gelmiyordu kendine ve gittikçe sıklaşıyordu
havayı alıp verişleri. Asırlık ağaçlarla çevrili terk edilmiş bir ormandaydı.
Avuçlarına kazınmış yanık sayı izleri ve kesikler her şeyi açıklıyordu.
Gökyüzündeki sise gözlerini sımsıkı kapatarak şunları fısıldadı “ Hikâyenin
sonu bu: Yolun sonunun tereddütten ibaret olduğunu bilmek ve kendini adamak
doğaya.”
Yatağın sol tarafından kalktı
yine. Batıl inançlara inat hep tersini uygulamıştı bugüne kadar. Uğursuzluk getirdiğine inanılan pek çok olay ve olgu onun
hayatının temel taşlarıydı. Doğum günü bile ayın on üçüydü. Sakarlığından kim bilir
kaç tane ayna kırmıştı. Saymamıştı. Küçükken merdiven altlarında oynamaya
bayılırdı. Bisikletini hep merdiven altına koyardı. Kara kediler de ona o kadar
sevimli gelirdi ki, bisikletinin sepetine bir keresinde üç tane simsiyah yavru
kedi koymuştu. Onları da yemyeşil ağaçlarla kaplı, kuşların şarkı söylediği
huzurlu bir ormana bırakmıştı. Özgürlükle macerası bu olaydan sonra başlamıştı.
Okul çıkışlarında koşarak eve
gidip hemen üzerindekilerden kurtulur, kendine özensiz bir sandviç hazırlayıp
hemen yola koyulurdu. Tabii ki kırmızı bisikletiyle beraber. İçinden şarkılar
mırıldanarak şehrin dışındaki ormana giderdi her seferinde. Burası onun yaşam
alanıydı ve hiç kimseye söylemediği sırrıydı. Bastığı yerin kapladığı alandan
fazlaydı içindeki mutluluk. Toprağa dokunmak, ağaç kovuklarına sesini bırakmak,
karıncalarla tünel kazmak ve eşlik etmek cırcır böceklerine…
Hayalleri, umutları, hedefleri de büyüdü akan
zamanla birlikte. Kırmızı bisikleti paslandı ve depodaki hurdaların arasında
yerini aldı. Çocukluk heyecanı doğa tutkusu, şehirleşmeye ve betonlaşmaya
başladı. Dizindeki yaraların sadece “anı” dan ibaret olduğu yıllardı. İnsanların
evlerinden dışarı çıkmadıkları, doğayı elektronik aygıtların arka planı olarak
kullandıkları yapay bir döngünün içine sıkışıp kalmıştı. Materyalist duyguların
ön plana çıktığı sosyalleşmenin aşırı derecede önemli (!) olduğu kentlerden
birinde yaşıyordu. Beyin hücrelerini, her gün bakmak zorunda olduğu gereksiz
ışık yayan ekran bitiriyordu. İşten eve geldiğinde sadece uyumak istiyordu.
Seslerden, görüntülerden uzakta. Mümkünse yağmur tanelerinin cama vurduğu bir
yerde saatlerce uyumak istiyordu.
Bu kente ayın on üçünde
taşınmıştı. Yatağını da her zamanki gibi sağ duvara dayamıştı. Çünkü insanlara
uğursuzluk getiren batıl inançlar onun için uğurlu bile sayılabilirdi. Çok da
takmazdı zaten bu konuyu. İnançlarını kendi içinde yaşar dışarıya taşırmazdı
hiç. Sadece kendiyle anlaşabilen insanlardandı. Ne zaman içindeki kelimeleri
seslendirmeye çabalasa insanlar tarafından yanlış anlaşılmış ve dışlanmıştı. İç
dünyası ile dudaklarından dökülen kelimeler birebir aynı değildi. Algı
referansı değişik aralıklarda olmalıydı. Birçok tökezlemeden sonra buna karar
verdi. Sessizliğin iç dünyasını seslendirdiğini anladı. Sosyal (!) bir şehirde
yalnızlığın tadını çıkarıyordu. Hesap verdiği sadece kendi vicdanıydı.
Küçüklüğünden beri günlük
tutardı. Öyle her günü uzun uzadıya yazmazdı tabii. Ayda bir iki gün yazdığı
bile olurdu ya da altı ayda bir. İlgisini çeken bir söz, film repliği, onu
etkileyen bir çizim, rüyasında gördüğü bir sembol olurdu defterinde daha çok.
Sayılarla arası pek iyi değildi ama son zamanlarda rüyasında sayıların
yandığını görüyordu. Her seferinde de aynı sahne gözünün önüne geliyordu. Bu
sayıları rüyasında gördüğü şekliyle defterine resmetmişti. Defterini
karıştırırken bu resmi on üç kere çizdiğini fark etti. Umursamadı, tesadüf
olduğunu düşünerek defteri kapattı ve derin bir uykuya daldı.
Alarmın sesiyle yerinden fırladı
ve üç dakika içerisinde giyinip işe gitmek için evden dışarı çıktı. Soğuk,
sisle kaplı bir gündü. Esrarengiz maskesini takmıştı şehir. Gizemli bir gün
olacağa benziyordu. Köşedeki büfeden bir sandviç alıp sabah kahvaltısını yaptı.
Hızlı adımlarla iş yerinin önüne gelmişti ki yerde kan kırmızı boyayla çizilmiş
bir sembol gözüne takıldı. Yürümeye devam etti ama aklı geride bıraktığı o
işaretteydi. İçindeki ses geri dönmesi gerektiğini söylüyor, ayakları hunharca
karşı çıkıyordu. İçindeki ses galip geldi ve tam kapıdan girecekken ani bir
manevrayla geri döndü. Yerdeki sembolü bir yerlerden tanıyordu. Ya bir filmden
ya bir kitaptan ya da her gün geçtiği harabe sokakların duvarlarından…
Sokaktaki asırlık ağaçtan kocaman
bir yaprak sembolün üzerine düştü ve sonra bir tane daha. Tam on üç tane yaprak
duruyordu kırmızı boyalı şeklin içinde. Aklını kaçırdığını düşündü bir an.
Zihnindeki kapalı odaların aydınlandığını ve bir orman uğultusuyla dolduğunu
hissetti. Anlayamadığı bir enerji ona bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Aklına
defteri geldi… Tabii ya bu sembolü defterine çizmiş olmalıydı. Aklındaki soru
işaretleriyle sisli bir mesaiye başladı ve saatler yıllar kadar yavaş geçti.
Eve geldiğinde üzerini bile
çıkarmadan hemen defterini aldı eline. Sayfaları hızla çevirdi ve sembolü
aradı. Birçok sayfaya çizmişti. Hem de rüyasında gördüğü yanan sayıların
resminden hemen önce çizmişti her seferinde. Korkuyla kaç tane olduklarını
saydı. Nefesini düzenleyerek sakinleşmeye çalıştı. Tam on üç taneydi işte.
Sayılarla sembol arasındaki bağlantıyı bulmalıydı ve neden on üç tane
olduklarını. Sembolle ilgili araştırmalar yaptı hemen. Hatta insanların artık
pek uğramadığı kütüphaneye bile gitti. Eski dini kitapların arasında kayboldu
ve araştırmalarının sonucuna inanmak istemedi.
Altı köşeden oluşan kırmızı doğa
tanrısı sembolü… Doğa, tanrının yarattığı bir mucizedir. Topraktan oluşan
insanoğlu doğanın sürekliliğini sağlamak için yaratılmıştır. Ayın on üçünde
doğan ve rüyalarla kutsanan adak, on üç yaşına geldiğinde ruhuna doğa tılsımı
işlenecek ve on üç yıl geçtiğinde on üç sembol hayat defterine çizilmiş olacak.
Tılsım tamamlandığında semboller yanan sayılara dönüşecek ve adağın rüyasında
açılan bir kapıyla doğa adağı içine alacak ve yüz yıl boyunca yeni bir adak
gelene kadar yeryüzündeki ormanlar adak kanıyla yeşerecek.
Karanlık bir gecede toprağın
nemli yüzü onu içine çekiyordu. Vücudunun her bir parçası yer altına gömülür
gibi sarsılıyordu. Nefesi tanıdık gelmiyordu kendine ve gittikçe sıklaşıyordu
havayı alıp verişleri. Asırlık ağaçlarla çevrili terk edilmiş bir ormandaydı.
Avuçlarına kazınmış yanık sayı izleri ve kesikler her şeyi açıklıyordu.
Gökyüzündeki sise gözlerini sımsıkı kapatarak şunları fısıldadı “ Hikâyenin
sonu bu: Yolun sonunun tereddütten ibaret olduğunu bilmek ve kendini adamak
doğaya.”
Aylin ALAGÖZ/ 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder