26 Şubat 2013

"TÜY"DEN DÜŞÜNCELER

 
 
Tüyleri yolunmuş çirkin bir ördek yavrusu gibi hissediyorum bazen kendimi. Şaşkın şaşkın dolanıyorum etrafta. Ayırdımına varamıyorum insanların, doğanın, en çok da havada uçuşan düşüncelerin. Bir bakıyorum zaman akmış geçmiş, ben düşünceler denizimde boğulurken. Pembeye pembe diyemeden hooop siyaha dönmüş bile rengi. Anlayacağınız ben hep beş dakika ile kaçırmışım hayat trenlerini...
 
Üzerime sirayet eden düşüncelerin yorgunluğu bu bendeki. Fazla taşları atsam rahatlayacağım sanki. Tüyden de hafif pamuk gibi bir insan oluvericem belki. Elmalı lollipop tadında şeker mi şeker. Ama şu anki halim patlamasına ramak kalmış bir balon gibi. Biraz daha üfleseniz baya gürültülü olacak patlamam. Zararım yine kendime olacak tabii. Ve yakınımdakiler de nasibini alacak etrafa sıçramış parçalarımdan.
 
İki paragrafta da "tüy" kelimesine yoğunlaşmamın nedenini ben de anlayabilmiş değilim şahsen.
 
Zaten anlayamadıklarımı anlamlandırmaya çalışırken anlamsızlaştırıp yok ettiğim de malesef bir gerçek.
 
Kafamın içindeki mutfak darmadağın bugün. Malzemelerin yerleri hep karışmış. Etrafa sıçramış lezzetli yemek kalıntıları... Tatlı ile tuzlu birarada bugün. Yağ oranım haylice yüksek. Sinirlerime kabartma tozunu boca ettim. Fırının ayarı da bozuk. Ee ne yapmalı şimdi? Neyi nasıl yapması gerektiğini bilen kişilere yetişkin demiyor muyduk biz? Benim çocuktan bir farkım yok ki şimdi. Yanaklarımı avucuma alıp dudağımı büzüp ağlamak istiyorum belki de. Ya da şok bir terapiye ihtiyacım var. Elektrik şoku verin bana, en yüksek voltajlısından.
 
Kararsızlığım, karamsarlığım ve ben bu akşam yemekteyiz anlaşılan. Bir de Alıngan Hanım'ı alırsak yanımıza değmeyin keyfimize. Netlik ayarımızı bozup karıncalı yayına geçeriz herhalde. Hayatın kabininde bir aşağı bir yukarı karar veremeden gider durur, yayık ayranı olup çıkarız en sonunda.
 
Şu düşüncelerime sıra numarası vermem lazım. Bazılarını da çaktırmadan magmaya yollamalıyım bence. Bağıran kelime hazinemi dışa vururken içimden biri diyor ki bunların sebebi hep kıldan tüyden sebepler. Al işte yine geldik "tüy"e .
 
En iyisi siz kuş tüyü yastıklarınızın keyfini çıkarın. Düşünceleriniz benim gibi karışmasın. Mutfağınızdaki malzemeleri de düzenli tutmayı unutmayın...
 
Aylin ALAGÖZ/ 2013

20 Şubat 2013

YILDIZ TOZLARI



Yarasaların kanat çırptığı ıssız, nemli bir geceye açtı gözlerini. Masmavi, kristal gibi ışıldayan esrarengiz parfüm şişesi dikkatini çekmişti. Anılarıyla dolu bu evin bodrum katında hissettiği eski kitap kokusu, onu zamanda yolculuğa çıkarıyordu. Ahşaptan yapılma, pembe müzik kutusu ona geri getiremeyeceği çocukluğundan yadigardı. Saatlerce aynı melodiyi dinler, dönme-dolabın sakince dönüşünü izlerdi. Elleri yanaklarında, hayal aleminin notalarına basardı. Hepsi keşfedilmemiş birer adaydı. Mutlu olmanın anahtarları zihin haritasına hapsedilmişti. Hepsi de en ulaşılmaz kuytulardaydı onun için.

"Mutlu olmak." diye soyut bir ifade vardı : insanların yerle bir ettiği... Her seferinde bir tuğlasını eksik koyduğumuz o "sağlam" sandığımız duygu harmanı. Onun için mutluluk, bodrum katta çürüyen çocukluğuydu. Sadece o zaman dilimine ait sevinçler yeşermişti gönlünde. Belki de acılarını ağlayarak dışarı attığından hiçbirinden eser kalmamıştı üzüntülerinin. Esasında kalbiydi onu yoran. Herkese kayıtsız güvenen, hep iyi maskelerine aldanan... Aklıyla kalbi ortak bir noktada buluşamaz hep zıtlaşırlardı. Birinin galip geldiği yerde öbürü susardı her zaman. Kalbini daha çok kullanmasıydı onu bodrum kattakiler gibi çürüten...

Masmavi, kristal gibi ışıldayan parfüm şişesini buruşmuş elleriyle okşayıp avuçlarına aldı. Göz pınarlarından iki damla, tuzlu gözyaşı aktı dudaklarının kenarına. Evet, yine kalbi galip gelmişti anlaşılan. Bir insana değer vermek onun kokusunu bile şişelemek miydi? Onca yıl geçmesine rağmen aşık olduğu adamı unutamıyordu. Ruh eşi diye bir şey olmalıydı ve o kesinlikle onunla örtüşüyordu. Parçaları birbirlerine tamamen uyarken neden ölüm vardı bu hayatta? Ölümü tatmak için yaşadığına inanıyordu çoğu zaman. Hayatın da ölümden bir farkı olmadığına. İç içe geçmiş anlamsız bir çemberin içinde savruluyordu sanki. "İmkansız" kelimesine tahammül edemiyordu. Hayatın sınavlarından bıkmıştı artık.

Ne zaman onu düşünse sokağın başından hoplaya zıplaya sevinçle yürürken ona doğru gelişini görürdü. Aklına geldiğinde sanki dünyanın her zerresi papatyalarla kaplanır, yıldızlar onun için özel bir dans hazırlardı. Aniden karşısına çıkışlarını sevdi onun. İkisi de çocuktu... Gözlerinin içine baktıklarında aynaya bakıyormuş gibi olurlardı. Yan yanayken saatlerin nasıl geçtiğini anlamazlardı bile. Birbirlerine küçük notlar yazarlardı. Minik hikayeler... Sonu boş bırakılmış ufak heyecanlar. Gökyüzüne fısıldarlardı dileklerini. Sonra masmavi nehre... Dolunay çıktığında üç dilek tutup el ele tutuşurlardı. Yıldızların onları hiç ayırmayacağına kalpten inanmışlardı.

Akan gözyaşlarını soğumuş elleriyle sildi. Tozlanmış pencereyi araladı. Bu gece dolunay vardı. Sevdiği adam yıldızların ardından onu seyrediyordu.Yirmi altı yıl dayanan kalbiyle, hiç yaşlanmamış bedeniyle bakıyordu ona. Umut dolu, sonu gelmeyen bir hikaye fısıldıyordu onun için...

Küçük notlarını kağıda değil gökyüzüne yazıyordu bu sefer... Hem de yıldız tozlarıyla...

Hoş geldin "Mutluluk"

Aylin ALAGÖZ/ 2013

17 Şubat 2013

"VE"




Bir kitap cümlesinin tekrarı gibi gün.
Öznesi ben,
Geri kalan ögeler hep sen.
Anlaşılmayan bir mürekkebin izi,
"Ve" bir kalem darbesisin sen.
Sonunda hep nokta hep ünlem...

Somut ya da soyut anların toplamı,
"Ve" ellerime kazınmış zamanları.
Ağır aksak ilerleyen bir yaşlı gibiyim.
Sessiz, durağan, küskün aklım.
Küflenmiş, çürümüş duygularım...

Ölümle taçlandırılan "Hayat"tı.
Sarmal bir döngünün kurbanları.
Kaç güneş kaç ay yitirdik.
Savaş uğruna sevmekten vazgeçtik.

Hayale dalan bir çocuk gibiyim.
"Ve" uyuşturulmuş fikirlerim,
Çalınmış, boyanmış zihnim.
Kime sorsanız rengarenk umut doluyum.
Gösterişli ama plastik bebek gibi bomboşum.

"Ve" ile başlamayan bir cümlenin,
"Ama" ile bitmesiydi yaşam.
Geriye kalan konuşan dudaklar,
Yaşlanmamış gözlerde paslar,
Sonu yazılmamış satırlar...

Aylin ALAGÖZ/ 2013

14 Şubat 2013

MİNİK NOTLARIM

 


NOT 1: Bazen insan konuşmak ister. Biri onu susturuncaya kadar içindekileri dökmek. Biriktirdiklerini çöpe atıp rahatlamak ister. Hafifleyip bulutların üzerinde dolaşmak gibi. Bugün tam da bu durumdayım. İçimde kalanlardan kurtulma günündeyim. Yaşasın temizlik günü !
 
NOT 2: Bazen çocuk olmak istiyor insan. Aklındakiyle dilinin ucundakinin aynı olduğu zaman dilimine geri dönmek. Büyük ,çok büyük hayallerin sahibiydim çocukken. Doğaüstü varlıkların hakimi. Canım yandığında ağlar sevindiğim de kocaman gülümserdim.Gerçekten sever, içten sarılırdım. İnsanları hep bir yüzleriyle tanımıştım. Benim için iyi ya da kötü insanlar vardı. Hem iyi hem kötü olmak imkansızdı. Şimdi hepimizin en az iki maskesi var.
 
NOT 3: Bir caddeden geçiyorum. Kalabalık bir arkadaş grubu gözüme çarpıyor hemen. Konuştukları kıyafet markaları, son model teknolojik aletler ve gösterişli mekanlar. Dün ne giydin, nereye gittin gibi boş konuşmalar. Duyan, gören onları entel sansın diye araya sıkıştırdıkları dizilerden alıntı cümleler... Gülümsüyorum hallerine. E biraz da üzülüyorum tabi. Bizim ülkemizde kılıf ne kadar da önemli olmuş böyle. Fikirlere verilen önem ne kadar da dibi boylamış. Beynini kullanmayan bir gençliğiz. Bizim yerimize telefonlar ve bilgisayarlar bu işlevi görüyor nasılsa!
 
NOT 4: Küçük dünyamızın koskocaman olduğuna kendimizi inandırdığımız bir evrende yaşıyoruz. Halbuki bir toplu iğneden farkımız yok. Eşsiz olduğumuz öylesine içimize işlemiş ki herkes kendini ünlü sanıyor. "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" der bazıları. Ne kadar vahim durumdayız aslında. Statümüzden, bedenimizden memnun değiliz. Hep başkaları gibi olmak için çabamız. Zirveye tırmanırken geçen zamanın farkına bile varmayan aptallarız. Cesaretten yoksun, anı yaşayamayan hep geleceği düşünen bireyleriz. Bugün de dünün geleceğiydi. Neyse boşver umutlu olmak iyidir nasılsa!

NOT 5 : Keşke başka bir şey isteseydim, cümlesini kurduğum zamanlar şans kapımın açık olduğu anlar olmalı. Bir dahaki sefere uzun uzun düşünüp mantıklı isteklerde bulunmalıyım. Evet, evet hayatımı akışına bırakırken biraz fazla mantığın yanımda olması işleri berbat etmez.

NOT 6 : Bu koskoca evrende yalnız olmak diye bir şey var. Kendinle kalmak kalabalığın içinde... Sosyal bir yalnızlık bizim çektiğimiz. Yoksa her türlü donanıma sahibiz. Her şey elimizin altında. Sıkılıveriyoruz modası geçmiş eşyalardan. Kendimizden bile çoğu zaman...

NOT 7 : Bir de bugün sevgililerin günüymüş. Sevmek sevilmek çok önemliymiş meğersem. Hepimiz sevgi yumağıymışız. Lütfen bir aynaya bakın....

Aylin ALAGÖZ/ 2013
 

10 Şubat 2013

DÖNGÜ



İmgelerden çalıntı günlerim.
Bir kumardan ibaret gülüşlerim.
Hayat dedikleri kısır bir döngü.
Olmayacak hayallerin sürgünü.
"Sev, değer ver ve kaybet"

Yüzdürdüğüm bir kağıt gibi,
Bir dokunuşla batacak.
Bir rüzgarla karşıya geçecek.
Bazılarına göre "Her şey iyi olacak."

İhtimalleri düşük şans oyunu gibi,
Her anı umut dolu seksenlik bir nine gibi,
Her sabah doğacağına inandığım güneş.
Ay'ın hiç görünmeyen yüzüne hapsettiğim ateş.
Geceydi imkansızı isteyen.
Yazılardı düşlerime götüren.

En önden seyrederken insanları,
İçinde olamadığım minik oyunları,
Boyalı ömürlerinden iki adım geride,
Gerçek sandığım bir döngünün içinde...

Aslında hayat kısır bir döngü.
Basit bir denklem.
Hissettiklerimi özgürleştiremediğim,
Sonu baştan yazılmış bir roman.
Yazarı ya ben ya da başkası...

Aylin ALAGÖZ/ 2013

4 Şubat 2013

HİKÂYENİN SONU



Karanlık bir gecede toprağın nemli yüzü onu içine çekiyordu. Vücudunun her bir parçası yer altına gömülür gibi sarsılıyordu. Nefesi tanıdık gelmiyordu kendine ve gittikçe sıklaşıyordu havayı alıp verişleri. Asırlık ağaçlarla çevrili terk edilmiş bir ormandaydı. Avuçlarına kazınmış yanık sayı izleri ve kesikler her şeyi açıklıyordu. Gökyüzündeki sise gözlerini sımsıkı kapatarak şunları fısıldadı “ Hikâyenin sonu bu: Yolun sonunun tereddütten ibaret olduğunu bilmek ve kendini adamak doğaya.”

Yatağın sol tarafından kalktı yine. Batıl inançlara inat hep tersini uygulamıştı bugüne kadar. Uğursuzluk  getirdiğine inanılan pek çok olay ve olgu onun hayatının temel taşlarıydı. Doğum günü bile ayın on üçüydü. Sakarlığından kim bilir kaç tane ayna kırmıştı. Saymamıştı. Küçükken merdiven altlarında oynamaya bayılırdı. Bisikletini hep merdiven altına koyardı. Kara kediler de ona o kadar sevimli gelirdi ki, bisikletinin sepetine bir keresinde üç tane simsiyah yavru kedi koymuştu. Onları da yemyeşil ağaçlarla kaplı, kuşların şarkı söylediği huzurlu bir ormana bırakmıştı. Özgürlükle macerası bu olaydan sonra başlamıştı.

Okul çıkışlarında koşarak eve gidip hemen üzerindekilerden kurtulur, kendine özensiz bir sandviç hazırlayıp hemen yola koyulurdu. Tabii ki kırmızı bisikletiyle beraber. İçinden şarkılar mırıldanarak şehrin dışındaki ormana giderdi her seferinde. Burası onun yaşam alanıydı ve hiç kimseye söylemediği sırrıydı. Bastığı yerin kapladığı alandan fazlaydı içindeki mutluluk. Toprağa dokunmak, ağaç kovuklarına sesini bırakmak, karıncalarla tünel kazmak ve eşlik etmek cırcır böceklerine…

 Hayalleri, umutları, hedefleri de büyüdü akan zamanla birlikte. Kırmızı bisikleti paslandı ve depodaki hurdaların arasında yerini aldı. Çocukluk heyecanı doğa tutkusu, şehirleşmeye ve betonlaşmaya başladı. Dizindeki yaraların sadece “anı” dan ibaret olduğu yıllardı. İnsanların evlerinden dışarı çıkmadıkları, doğayı elektronik aygıtların arka planı olarak kullandıkları yapay bir döngünün içine sıkışıp kalmıştı. Materyalist duyguların ön plana çıktığı sosyalleşmenin aşırı derecede önemli (!) olduğu kentlerden birinde yaşıyordu. Beyin hücrelerini, her gün bakmak zorunda olduğu gereksiz ışık yayan ekran bitiriyordu. İşten eve geldiğinde sadece uyumak istiyordu. Seslerden, görüntülerden uzakta. Mümkünse yağmur tanelerinin cama vurduğu bir yerde saatlerce uyumak istiyordu.

Bu kente ayın on üçünde taşınmıştı. Yatağını da her zamanki gibi sağ duvara dayamıştı. Çünkü insanlara uğursuzluk getiren batıl inançlar onun için uğurlu bile sayılabilirdi. Çok da takmazdı zaten bu konuyu. İnançlarını kendi içinde yaşar dışarıya taşırmazdı hiç. Sadece kendiyle anlaşabilen insanlardandı. Ne zaman içindeki kelimeleri seslendirmeye çabalasa insanlar tarafından yanlış anlaşılmış ve dışlanmıştı. İç dünyası ile dudaklarından dökülen kelimeler birebir aynı değildi. Algı referansı değişik aralıklarda olmalıydı. Birçok tökezlemeden sonra buna karar verdi. Sessizliğin iç dünyasını seslendirdiğini anladı. Sosyal (!) bir şehirde yalnızlığın tadını çıkarıyordu. Hesap verdiği sadece kendi vicdanıydı.

Küçüklüğünden beri günlük tutardı. Öyle her günü uzun uzadıya yazmazdı tabii. Ayda bir iki gün yazdığı bile olurdu ya da altı ayda bir. İlgisini çeken bir söz, film repliği, onu etkileyen bir çizim, rüyasında gördüğü bir sembol olurdu defterinde daha çok. Sayılarla arası pek iyi değildi ama son zamanlarda rüyasında sayıların yandığını görüyordu. Her seferinde de aynı sahne gözünün önüne geliyordu. Bu sayıları rüyasında gördüğü şekliyle defterine resmetmişti. Defterini karıştırırken bu resmi on üç kere çizdiğini fark etti. Umursamadı, tesadüf olduğunu düşünerek defteri kapattı ve derin bir uykuya daldı.

Alarmın sesiyle yerinden fırladı ve üç dakika içerisinde giyinip işe gitmek için evden dışarı çıktı. Soğuk, sisle kaplı bir gündü. Esrarengiz maskesini takmıştı şehir. Gizemli bir gün olacağa benziyordu. Köşedeki büfeden bir sandviç alıp sabah kahvaltısını yaptı. Hızlı adımlarla iş yerinin önüne gelmişti ki yerde kan kırmızı boyayla çizilmiş bir sembol gözüne takıldı. Yürümeye devam etti ama aklı geride bıraktığı o işaretteydi. İçindeki ses geri dönmesi gerektiğini söylüyor, ayakları hunharca karşı çıkıyordu. İçindeki ses galip geldi ve tam kapıdan girecekken ani bir manevrayla geri döndü. Yerdeki sembolü bir yerlerden tanıyordu. Ya bir filmden ya bir kitaptan ya da her gün geçtiği harabe sokakların duvarlarından…

Sokaktaki asırlık ağaçtan kocaman bir yaprak sembolün üzerine düştü ve sonra bir tane daha. Tam on üç tane yaprak duruyordu kırmızı boyalı şeklin içinde. Aklını kaçırdığını düşündü bir an. Zihnindeki kapalı odaların aydınlandığını ve bir orman uğultusuyla dolduğunu hissetti. Anlayamadığı bir enerji ona bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Aklına defteri geldi… Tabii ya bu sembolü defterine çizmiş olmalıydı. Aklındaki soru işaretleriyle sisli bir mesaiye başladı ve saatler yıllar kadar yavaş geçti.

Eve geldiğinde üzerini bile çıkarmadan hemen defterini aldı eline. Sayfaları hızla çevirdi ve sembolü aradı. Birçok sayfaya çizmişti. Hem de rüyasında gördüğü yanan sayıların resminden hemen önce çizmişti her seferinde. Korkuyla kaç tane olduklarını saydı. Nefesini düzenleyerek sakinleşmeye çalıştı. Tam on üç taneydi işte. Sayılarla sembol arasındaki bağlantıyı bulmalıydı ve neden on üç tane olduklarını. Sembolle ilgili araştırmalar yaptı hemen. Hatta insanların artık pek uğramadığı kütüphaneye bile gitti. Eski dini kitapların arasında kayboldu ve araştırmalarının sonucuna inanmak istemedi.

Altı köşeden oluşan kırmızı doğa tanrısı sembolü… Doğa, tanrının yarattığı bir mucizedir. Topraktan oluşan insanoğlu doğanın sürekliliğini sağlamak için yaratılmıştır. Ayın on üçünde doğan ve rüyalarla kutsanan adak, on üç yaşına geldiğinde ruhuna doğa tılsımı işlenecek ve on üç yıl geçtiğinde on üç sembol hayat defterine çizilmiş olacak. Tılsım tamamlandığında semboller yanan sayılara dönüşecek ve adağın rüyasında açılan bir kapıyla doğa adağı içine alacak ve yüz yıl boyunca yeni bir adak gelene kadar yeryüzündeki ormanlar adak kanıyla yeşerecek.

Karanlık bir gecede toprağın nemli yüzü onu içine çekiyordu. Vücudunun her bir parçası yer altına gömülür gibi sarsılıyordu. Nefesi tanıdık gelmiyordu kendine ve gittikçe sıklaşıyordu havayı alıp verişleri. Asırlık ağaçlarla çevrili terk edilmiş bir ormandaydı. Avuçlarına kazınmış yanık sayı izleri ve kesikler her şeyi açıklıyordu. Gökyüzündeki sise gözlerini sımsıkı kapatarak şunları fısıldadı “ Hikâyenin sonu bu: Yolun sonunun tereddütten ibaret olduğunu bilmek ve kendini adamak doğaya.”

Aylin ALAGÖZ/ 2013