Hızlı ve hırçın geçen bir günün
son saatleriydi. Sokakta mutlu insanlar, içkinin tesiriyle çakırkeyif
tavırlarla İstanbul’un tadını çıkarıyorlardı. İstanbul’un asıl sahipleri tarihi
binalar, her günün ardından değişen insan yüzlerini ağırlıyorlardı. Hiç
bıkmadan, usanmadan yüzyıllardır değişen insan manzaralarına kucak açıyorlardı.
Ne aşklar ne hayaller ne sevinçler ne kırgınlıklar ne üzüntüler sinmişti yorgun
duvarlarına... Yaşanmışlıklardan oluşan bir yığındı İstanbul. İnsan
parçalarının gelişigüzel birleşimi... Döngüsü hiç bitmeyen, hiç uyumayan, hiç
dinlenmeyen yorgun bir savaşçıydı. Dolup boşalan otel odaları gibiydi. Bir
kadının sakladığı tozlu ama heyecan verici bir sırdı gecenin karanlığında.
Gülümserken hüzünle buluşabilmekti arnavut kaldırımlarında.
Son saatleriydi günün... Ve o tek
başına, tarih sinmiş sokaklarda yürüyordu. Aklında sadece yaşam ve aldığı
nefesin ciğerlerine verdiği haz vardı. Her yenilgiden, her pişmanlıktan sonra
kendini eskimiş, insanlaşmış İstanbul’ a teslim ederdi. Gevşemek için, onun
yaşanmışlıklarından bir parça koparabilmek için... Yeni yüzleri keşfetmek bu
keşmekeşte... Sürreal bir bakış açısıyla sarılmak bu şehre... Ne zaman boşluğa düşse, bu şehrin
insanlaşmış sesiyle karşılaşırdı. Hadi derdi fısıltıyla sana mutluluk sinmiş
bir parçamı sunuyorum. Gülümseyeceğin anıları biriktir ve umursama derdi.
İnsanların aksine, onu her haliyle kabul etmişti. Belki de sevmişti...
Küçük bir metrekareye sığdırdığı
hayatı ve seçimleri vardı. Uzaktan gözlem yapmak ve gerekli olmadığı zamanlarda
konuşmamak için programlanmıştı adeta. Bu konuşmama huyu, kırıldığı zamanlarda
ve kendini ifade edemeyeceğini fark ettiği anlarda da devreye girerdi. Etrafını
camdan bir bulutla sarardı. Sessizliğe gömülmüş hava akımından yoksun bir
ortamda... Konuşsa sanki her şey daha da birbirine girecek ve çözülemeyecek bir
düğüme dönüşecekti. Bu yüzdendi kaçmaları... İnsanlar yerine kendine ve bu
şehre sarılışları... Yalnızlığı ile seviyeli bir ilişkisi vardı. Vazgeçemezdi
ondan. İçindeki yalnız ve güçlü kadından... Onu anlamayacak insan yığınındansa
kendiyle baş başa kalıp kendi kendini çoğaltmak daha mantıklıydı. En doğrusunun
bu olduğunu da düşünürdü zaman zaman.
Günün son saatlerini düşünceleri
ile tüketmişti yine. Kendine bir artı veya bir eksi getirecek tecrübeleriyle
kapanmıştı gün. Yeni bir güne uyandığında biraz daha değişmiş, biraz daha
şehirleşmiş, biraz daha yalnızlaşmış, kendi içinde bir orman yeşertmiş
olacaktı.
Güneş yepyeni umutları getirir
gibi doğdu küçük dünyasının kuytu karanlık odalarına. Farklı kararların çiçek
açtığı bir bahçede buluverdi kendini. Tazelenmiş aydınlıklarla buluşan
gökyüzünde... Bunun adının “Aşk” olduğunu aylar sonra fark edecekti. Ve hiçbir
insanın “Aşk” olmadan yenilenip değişemeyeceğini. Kozasını terk
edemeyeceğini... Tesadüfleri ona yeni bir kapı aralıyordu. Bu sefer
dışsallaştırılmış bir dünyası olacaktı. Rüyalarının çoğu gerçek, gerçekleri ise
kabusa dönüşüverecekti. Hayır, masal kahramanı değildi o. Senin, benim gibi
sevinçler ve kırgınlıklarla yoğrulmuş bir candı. Kumar oynamayan insanlar
cennetinde de yaşamıyordu. Gerçek dünyada gerçek acılara soyunuyordu benliği.
Ufuk çizgisini genişlettiği bu
şehirleştirilmiş günde tamir ettiği beyaz kanatlarına elbette ihtiyacı
olacaktı. Nefesini ilk güne adadı ve geçmiş düşüncelerinden bazı parçaları küf
kokan İstanbul sokaklarına armağan etti.
Aylin ALAGÖZ/ 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder