Beynime nüfuz etmiş bir cümleyle
uyandım. “Kitaplardan alıntıdır hayat.” Bu cümleyi gece boyu rüyamda
tekrarlayacak kadar düşünmüş olmalıyım. Kitaplarla çok haşır neşir olduğumdan
mı, doğruluk payının bir kısmını hayatıma boca ettiğimden mi, bilinmez. Fark
ettim ki tam anlamıyla yüzde yüz ben olduğum bir hayatım yok. Maslow’un
hiyerarşisinde en fazla dördüncü basamağı temsil edebiliyorum kendimce. Aslında
hiyerarşiye de çok sıcak bakanlardan değilim. İnsanı belli kalıplara sokan
toplumsal rollere de ısınmış değilim henüz. Kabul ettiğim bazı noktalar var o
kadar. Daha biz bebekken öğretiliyor tekdüze kalıplar. Bizi şekillendiriyor
annemiz, babamız ve çevre. Sosyal çevre dediğimiz kaos. Etrafımızda olan
milyonlarca duygu, davranış şekillerinden bize(!) en uygun olanını
giyiveriyoruz üzerimize. Bir kabuk yaratıyoruz kendi dünyamızın içinde.
Hayat Bilgisi dersinde çocuklara
“özel, tek, biricik” olduklarını hissettirmeye çalışırken buna ne kadar
inanıyorum ki kendi içimde. Özel miyim? Kendime mi aitim gerçekten? Donanımımı
ben mi yarattım dışarıdan hiçbir baskı(!) olmadan? Kendi kendimle mücadele
vermiyor muyum çoğu zaman? Bir şarkı,
bir kitap, bir film, bir insan fikri yaşamımın tam ortasında duruyor zaman
zaman. Hücrelerimi ele geçirip yeniliyor, değiştiriyor kimyamı. Cesaretim ve öz güvenim kendi çizdiğim sınırların dışına taşamıyor. Sorsalar özgürüm ya!
Tecrübeleri, bir çocuğun legodan
yapılma yüksek bir kulesine benzetiyorum. Alt zemin büyük parçalardan oluşuyor ve
oldukça sağlam. Yukarı çıkıldıkça sağlamlık azalıyor ve inceliyor parçalar.
Kırılganlık ve korku var en zirvede. Bir insana duyduğumuz güven gibi. Çocukken
sağlam ve sarsıntılardan etkilenmiyor. Yıllar geçtikçe minik bir sarsıntıyla
bile yıkılabilen kulemizde insanlara güvenmek artık o kadar da kolay olmuyor.
Diyelim ki güvendik. Bilgi birikiminin ve farkındalıkların çoğalmasıyla
içimizdeki şüphe de doruklara çıkıyor. Ve o ufacık sarsıntı er geç bizi
yakalıyor. Büyüdükçe daha yalnız, daha korunaksız kalıyoruz. Etrafımızda kendimizden,
aşılmaz duvarlar yaratıyoruz.
Kendimizle baş başa kalıyoruz çoğu
zaman. Daha çok okuyor daha çok yazıyoruz. Kapandıkça kapanıyoruz içimizdeki
kabuğa korunma içgüdüsüyle. Yazıya başlamadan önceki halimi düşünüyorum da...
Daha az irdeliyordum insanları, kendimi. Boşvermişliklerim çoktu. Mutluluk
çıtam, en yükseğe ulaşabilmek için çırpınıp duruyordu. Yeni heyecanlara açıktı
kapım. Korunaksızdı duygularım. Kim olduğumu bile sorgulamıyordum çoğu zaman.
Empati hayatımın her anına nüksetmemişti henüz.
Yazmanın birinci kuralının
“yalnızlık” olduğunu okumuştum Elif Şafak’ın Firarperest’inde. Buna katılmakla
birlikte kendimce ekleyeceğim maddeler de var tabiki. İnsan hallerini
derinlemesine gözlemlemek ve bazı entel, dantel insanların burun kıvırdığı
yazarları okumak. Ve kendini kurgulanmış hayaller denizine bırakmak. Gerçek
hayatta yaşayamadığımız özgürlüğün kanatlarını çırpmak. Ve son olarak
paylaşmak. Bir fikir ,bir duygu asla paylaşılmadan çoğalmaz. Bir öykü
yazılmadan yaşanmaz. Bu yüzdendir ki “Kitaplardan alıntıdır hayat.”
Başka dünyalara başka bedenlere
aç ruhumuz, sadece yazılarla ve kurgularla canlanacaktır. Topraktan yaratılmış
insanoğlu kendini kelimelerle yeniden inşa etmedi mi yüzyıllardır! Ve insan
olmaya çalıştığımız bu kargaşada ne kadar kendimizi bulmaya yoğunlaşsak da
anlarız ki “Kitaplar hayattan alıntıdır.” Ve her kelime zerresi bir yaşanmışlık
kanıtıdır.
Aylin ALAGÖZ/ 2013