27 Mayıs 2012

ÖYLESİNE BİR YAZI




Hayatımız ne kadar bize ait ? Ne kadar biziz, bizi çepeçevre saran hayat denilen pembe, gri bulutlar arasında...Kabuğumuzu kırdık mı gerçekten ana rahminden ayrıldığımız o anda ? Ya da etrafımızdaki insanlardan birer parça alıp kendi benliğimizi mi oluşturduk? Sevinçlerimiz, hazlarımız, alışkanlıklarımız, duruşumuz, gülüşümüz, egomuz, bakışımız, dokunuşumuz, düşüncelerimiz, düşlerimiz ne kadar bize ait? Yaptıklarımızın farkındalığını kazandığımız zaman belki biz oluyoruz. Kendi içimize dönüyoruz. Belki de gerçek benliğimizin kıyısından bile geçmiyoruz. Bizim için bir kalıp belirliyorlar, ömür dediğimiz o yolu o kalıbın içinde tamamlıyoruz. Kendimizden uzakta. Peki nasıl buluşucaz gerçek benliğimizle? Tabiiki deneyerek. Hata yaparak, yanlış düşünerek, düşerek, yaralanarak, incinerek... Her acıdan bir ders çıkararak belki de...

İnsanları anlamaya çalışmak belki de en büyük aptallık. Biz kendimizi daha anlamıyorken...Karşıdakinin neye nasıl tepki vereceğini kestirmek tahminler yapmak bizi de yorar hayatı da... Bırakacaksın aslında her şeyi oluruna... Olduğu kadar diyeceksin. Kendini seveceksin önce. Kendini bulacaksın önce. Korkmayacaksın hayattan, insanlardan. Pişman olmayacaksın, utanmayacaksın yaptıklarından. İnce hesaplar yapmayacaksın. Zaten hesap yaptığımızda kaçını tutturabildik ki? Emin olduklarımız bile kayıp gitmedi mi elimizden. Kendimiz bile...

Çok sevdiğim bir söz var "Herkes ölecek yaştadır." Yapmak istediklerimi ertelemeyi düşününce bu gelir aklıma. Belki iki dakikam belki iki saatim belki iki günüm kalmıştır. Kim bilir...Bundandır ki söylemek istediklerimi pek fazla içimde tutamam. Ya sonra çok geç olursa diye...Şimdi de söylemek istediklerim var geç olursa diye korktuğumdan değil. Ya erken olursa diye... Ya gerçekten çok erkense...

Bu da ruhumdan gelen öylesine bir yazı oldu. Belki de karmakarışık. Belki de çok açık :)

25 Mayıs 2012

TURNAYI GÖZÜNDEN VURMAK



Turna kuşu Japon kültürünün efsanevi simgesidir. Turu olarak bilinen bu kuşlar 11. yüzyılda seçkinler tarafından yetiştirilmeye başlanmış. Uzun ömürlü olarak bilinen bu kuşların etinden yenilirse insanların da uzun ömürlü olabileceğine inanılıyormuş. Bu yüzden de turu oldukça revaçtaymış.Hatta 17. yüzyılda  kraliyet sarayında özel bir tören haline gelmiştir. Törenin bir bölümünde bir  kılıç ustası imparatorun huzurunda ayinsel olarak turnayı parçalayıp süslermiş. Yılbaşında da geleneksel olarak bu kuşlar yenirmiş.

Halk geleneklerine göre de turnanın yeri ayrıdır. Origami sanatının vazgeçilmez bir parçasıdır turna kuşları. Neden mi? Çünkü; turna kuşu pirinç tarlalarının üzerine doğru süzülüp uçarsa bolluk ve bereket getireceğine inanılır. Bu yüzden de pek çok ayinde kağıttan turnalar yapılmıştır. 794-1192 yılından itibaren ise insanlar kişisel zevk için origami yapmaya başladılar. Bu dönemde yine turna kuşları da yapıldı. Hatta hasta kişilere birbirine eklenmiş bin  turna senba- zuru  hediye edildi. Çünkü; bin turna bin ömür demekti. İkinci Dünya Savaşı'nda Hiroşima'ya atılan nükleer bomba sebebiyle Lösemi olan 11 yaşındaki küçük bir kız iyileşme umuduyla turna kuşu yapmaya başlar. 664. turnasını bitirdikten sonra ne yazık ki hayata veda eder. Onun anısına her yıl Japonya'dan ve tüm dünyadan çocuklar onun adına turna yapıp Hiroşima'daki anıtına bırakırlar.

Turnaların Japon kültüründe taşıdığı değerle Türk kültüründeki değeri oldukça benzerdir.Anadolu kültüründe en çok kullanılan sembollerden birisidir turna kuşu. Hatta bir çok türküde, manide sıkça dile getirilmiştir. Özellikle Anadolu' da bolluk, bereket ve uğurun simgesi olduğu için gelinlerin başına turna tüyü (teli) takılır. Ayrıca Japon kültüründe olduğu gibi konduğu tarlaya da bolluk getireceği inancı da mevcuttur. Bunun dışında allı turna, telli turna kavramları da Türk kültüründe önemli bir yer tutar.

Sonuç olarak, turnanın bereket ve uğuru size de uğrasın istiyorsanız bin tane turna yapmaya başlayın. Çünkü, bin turna bin ömür demek. Ama ben bir tane yapmayı tercih ederim. Bir turnam olsun bir ömür benim olsun yeter :)

www.hbvdergisi.gazi.edu.tr 'den yararlanılmıştır.

22 Mayıs 2012

TAVUS KUŞU




Bir gün yolunuz Dolmabahçe Sarayı'na düşerse arka bahçesinde yeşilliklerde özgürce gezinen göz kamaştırıcı kuşları görebilirsiniz. Hatta sinirlendirirseniz nasıl ses çıkardıklarını da duyabilirsiniz. Güzelliğinden midir bilinmez kibirinden yanına yaklaşılmaz bir kuş Tavus kuşu...Yoksa bazı kültürlerdeki anlamından dolayı mı kaynaklanır bu kibir ?  Antik Yunan'da tanrıça Hera'nın simgesidir tavus kuşu  ve Tanrıçaya hizmet eden çok gözlü dev Argos, Hermes tarafından öldürülünce Hera bu gözleri tavus kuşunun kuyruğuna serper. Tavus kuşunun kuyruğundaki yeşil, mavi, altın sarısı muhteşem desenler bir deve ait olabilir. Tabii bunlar sadece efsane. Yezidilik inancında da Tanrı Azda tarafından yaratılan ve evreni yaratma görevi verilen Melek- Tanrının simgesidir. Bence kibiri de tam da buradan geliyor. Küçük dünyaları ben yarattım havasında yürüyüşü de... İslam inancında da iyinin, güzelin, bolluk ve bereketin simgesi olarak kabul edilir.

Bizim insanımız tavus kuşunu sever. Hatta güzelliğin simgesi haline gelmiştir. Her türlü objede tavus kuşu desenlerine rastlayabilirsiniz. Küpe, çanta, yastık, elbise, kolye, seramik tabak v.b. Nazar boncuğunu andırır kuyruğundaki desenler.Aslında düşününce Antik Yunan'daki efsane doğru olabilir. Nihayetinde nazar boncuğu da gözden yola çıkılarak yapılmıştır. Etkisi ise tartışılır. Siz yine de üzerinizden eksik etmeyin bu boncukları. Ne olur ne olmaz...

Neden mi tavus kuşu ile ilgili yazdım. Yapılan bir kişilik testinde "Tavus kuşu" çıktığım için olabilir mi :)

18 Mayıs 2012

DAMLA DAMLA



...Damla damla içimde birikir bu koca deniz
   Varsın taşsın, belli etmem, sevemem kimseyi...

Hayatımıza ömürlük girmiş insanlar vardır. Yokluğunu düşünmek ürpertir içimizi. Yanımızda olmayacağını, sesini duyamayacağımızı, dokunamayacağımızı, beraber gülemeyeceğimizi düşünmek belki en büyük acıdır. Benim çok sevdiğim bir dostum var.Varlığıyla kendimi çok mutlu hissettiğim. On dört yıllık canımdan bir parça olan Yağmurum :D İşte bu hikayemi onun için yazdım. Hep hayatımda olman dileğiyle işte hikayen. Tabii sonu yok. O kısmını sen tamamlarsın artık...

Yağmur öyle bir yağıyordu ki dışarıdaki minik kediler sığınmak için kaçıştılar. Sandallar bir o yana bir bu yana dans ederken birden gök gürültüsü duyuldu. Ardından şimşekler çakmaya başladı. Etrafı gri bulutlar sarmıştı. Çocukların oyundaki sevinç çığlıkları yerini sessizliğe, yağmurun şırıltısına ve rüzgarın uğultusuna bırakmıştı. Sararmış yapraklar sokaklarda özgürce savruluyorlardı.

Yağmur; pembe çiçekli perdesini araladı. Güneşi göremeyince biraz suratı düştü ama hazırlanmaya başladı. Çünkü, onun için özel bir gündü bugün. Saçlarını her zamankinden daha özenli tarayarak iki yandan ayırıp topladı. Kırmızı kurdeleleri de simetrik olarak bağlayınca saçıyla işi bitti. Kotunu ve mint renkli üzerinde kanaryalar olan renkli bluzunu da giydi. Artık evden çıkabilirdi. Tabi çizim defterini de unutmadı. Birbirinden güzel tasarımlar yaptığı büyük hazinesi...

Hızlı adımlarla sokağın başındaki taksi durağına geldi. Tam kapıyı açıp bindi ki diğer kapıdan da başka birinin bindiğini fark etti. İri mavi gözlü bir adam... Hiç istifini bozmadan taksiciye önce kendisinin bindiğini, gideceği yere götürmesini söyledi. Yağmur, adamın kabalığına şaşırmıştı. Taksi durağında başka araç yoktu. Yağmurlu günlerde taksi bulmak da oldukça zordu. İki yabancı hiç konuşmadan saatlerine bakıyorlardı. Trafik sıkışık olduğundan iki apartman öteye kadar gidebilmişlerdi. Taksici gerginliği bozmak için radyoyu açtı. O da ne radyodaki şarkı...




14 Mayıs 2012

VAPURDAKİ MARTILAR



İstanbul'a yerleştiğimden beri peşimi bırakmayan martılar... Leylek görünümlü, devasa, hantal yaratıklar. Geceleri sokağımıza akın eden bu kuşlar sabaha kadar gürültü çıkarıp beni uyutmazlardı. Martı sesine alışkın olmadığımdan korku filmlerini andırırdı bu cırtlak sesler bana. Artık martılara alıştım onlar da bana alıştı mı acaba? Aslında martılarla insanların ortak yönleri baya çok. Martıların kendi aralarındaki iletişim oldukça fazladır ve en az insanlar kadar sosyaldirler. Onların da interneti olsa sosyal ağlarda arkadaşlarımız olabilirlerdi yani :) Martılar oldukça toplumcudur, hep beraber avlanır, dinlenirler. İnsanlardaki birlik beraberlik onlarda da vardır. Belki bizden biraz daha fazla. İnsanlarla iç içe olan bu kuşlar oldukça gürültücüdür. Sözüm meclisten dışarı : bazı kadınlar gibi... Martılar hem sosyal hem de duygusaldırlar. Dişi martı ile kuluçka görevini bile paylaşır erkeği. Ah ah keşke insanlarda da böyle bir paylaşım olsaydı :)

İstanbul denilince akla ilk gelenler arasındadır vapurların etrafındaki martılar...Sıcak bir yaz gününde boğazın renklerini, kokusunu, dokusunu hissetmek için idealdir vapurlar. Taş yığıntılarından kısa bir süreliğine de olsa kurtulursunuz. Mavi gökyüzünün yansımasıyla buluşur, küçük dalgaların ışıltısıyla aydınlanır, hafif bir esintiyle serinlersiniz. Elinizde bir simit varsa etrafa iyice bakın kesin oralarda bir de martı vardır. Gezintinize renk katar bu kuşlar. Başta hantal dedim ama simidi görünce nasıl da hızlı gelirler yanınıza :) Vapur hızla yol alırken dalgalar büyük bir hızla beyaz köpüklere dönüşür. Aklınızda uzaklara gitmek hayali ve kurduğunuz başka düşler. Birden vapurun düdüğü çalar. Martılar kaçışır. Hayaller toz duman olur ve iskeleye geldiğinizde hızlı İstanbul hayatınıza devam edersiniz. Hayalleri biraz geride bırakarak....

11 Mayıs 2012

KADIN VE ŞARAP


"Şarap gibi kadın." derler otuzlarında olup gözlerinde hayatın anlamlı çizgileri oluşmuş, düşünceleri netleşmiş ve ne istediğini bilen, etkileyici konuşan lal dudaklı çekici kadınlara... Acaba şarap mı kadına benzer kadın mı şaraba? Kırmızı, beyaz ve rose şarap... Hangisi kadına daha çok yakışır? Aşkı, tutkuyu ve ateşi andıran kırmzı mı, saflığı ve ağızda bıraktığı tatlılıkla beyaz mı yoksa rengi, kokusu ve dokusuyla baştan çıkarıcı olan rose şarap mı...Kadın hangisine benzerse benzesin bu üçü arasındaki ortak nokta yılların verdiği güzellikir.


Şarap yapmak için önce en özel ve güzel üzümler bağlardan toplanır, ardından ezilir. Üzümde doğal olarak bulunan maya, üzümün suyundaki şekerle birleşir ve bünyesindeki şekeri aşamalı olarak tüketerek alkole dönüşür. Kadınlar da yıllar geçtikçe içlerinde saklı olan doğal cevheri gün yüzüne çıkarırlar. İşte bu yüzden şaraptır kadın.Zaman alır kadının güzelliği ile buluşmak. Sabır gerekir...

 Bir şaraptan en iyi tadı almak istiyorsanız en az on yıl en fazla kırk yıla kadar içebilirsiniz.Kırmızı, beyaz ve rose şarap dedim ama binbir çeşit meyve şarapları da vardır aslında. Bunlar ayrılmaz temel üçlüdür sadece... Şeftali, karadut gibi meyve şaraplarını da tatmalısınız. İzmir'in Şirince köyüne uğramanızı tavsiye ederim. En güzel meyve şaraplarını orada bulabilirsiniz. Haa yok ben meyve şarabı içmem ayrılmaz üçlüden olacak diyorsanız onlar da mevcut.Onu da istemiyorum derseniz sizi Japonya'ya gönderelim. Pirinç tanelerinden yapılan şarabın tadını belki seversiniz...Benim hangi şarabı sevdiğimi merak ediyorsanız söyleyeyim. Tabiki rose şarap...

Şarap tadında güzel bir gün diliyorum şarap gibi kadınlara...

7 Mayıs 2012

KELİME BİRLEŞTİREBİLME SANATI


Hani bazen iki kelimeyi yan yana getirip anlatmak istediğini anlatamadığın anlar olur. O kelime bir türlü çıkmaz ağızdan.El, kol gibi garip hareketlerle şekilden şekile girilerek karşı tarafa hatırlatılmaya çalışılır. Karşı taraf bilmeceyi bulmak için gözlerini kısar ve anlatıcının garip hareketlerine bakar.Doğru cevabı bulduysa hedefi tam on ikiden vurmuş demektir. Herkeste inanılmaz bir rahatlama oluşur. Bir "ohhh" çeker konuşmada özürlülük yaşayan şahıs. Bazen bana da olur bu durumlar. Kelimeyi bulamamak değil de yanlış yerde yanlış sözcükler kullanmak diyelim. Kelimelerle oynamak, onları düşünüp yan yana getirebilmek bence bir sanattır. Hem de zor bir sanat.

Bebekliğimizden beri hazine kutumuza milyonlarca kelime koymuşuzdur. Zamanı gelince kullanılmak üzere...Sözcüklerle oynamak sihir yapmak gibidir adeta.Bazı kelimeler yan yana gelince insana heyecan verir, bazısı hüzün, bazısı da umut...Sözcüklerin dansı hiç bitmez. Sürekli eş değiştirirler.Milyonlarca sözcükle yan yana dans ederler ama farklı ritimde.Farklı melodilerde... Yazarlar bu dansı çok iyi bilir.Kelimelerle aşk yaşarlar.Bizim gibi sıradan insanlar ise iki kelimeyi bir araya getirirken bile zorlanırlar.Mesela şimdi bu yazıyı yazıyorum ama sonu nereye gidecek bilmiyorum.Nasıl bitirsem acaba kendim bir son yazarak mı? Yoksa çok sevdiğim şairlerin güzel aşk oyunlarını paylaşarak mı? Şimdilik paylaşmayı deniyorum.İlham perisi bana da uğradığı zaman belki ben de kelimelerle dans edebilirim.


SAGA

Yarın dediğin şimdiden ikinci el,
Tarihe kalkışmak yetmiyor aşmaya
Daha önce yapıldı,dediğin
Gecikmiş güncel
Sagasından kimse çıkamadı dışarı
Ne kadar anlatsa da ...

Murathan MUNGAN



KULLANILMIŞ HARİTALAR

Varmadan bilinmez bazı yerler
Şaşırtma verir hayat
Ömür ya da coğrafya
Kendi doğrularıyla
Dağlanmış denklem ya da fizik
Yasası tesadüfler
Bilinse başlangıçtaki soru
Sonun yeri neresi?
Kendin olmaya aldığın yol
Soyuna çektiğin adımlarla
Çağın karşına diktiği engeller
Git git çoğalır
Git git yol tarifiyle
Bitmez
Şarkı yürüyüşü şarkın
Hançeri heceler gecesi söyler
Yukarıdan aşağıya soldan sağa
Koynumda korunduğunu
Giziyle karartılıp ağartılmış her bilmece
Tükenir kör kalemle doldurulan boşluklar

Murathan MUNGAN


DÖRTLÜKLER
...
Bir sır daha var, çözdüklerimizden başka!
Bir ışık daha var, bu ışıklardan başka.
Hiçbir yaptığınla yetinme,geç öteye:
Bir şey daha var bütün yapıtlardan başka
...


Gül de şarap da bilene güzel gelir;
Sarhoş olmayan için sarhoşluk nedir?
Cebi boş gönlü dolu olmayan kişi
Her şeyden geçmenin tadını ne bilir?

....

Ömer HAYYAM

5 Mayıs 2012

BİSİKLET ETKİSİ



Çocukken başlar bisikletle olan ilişkimiz: Üç tekerlekli bisikletimsi plastik araçlar, yanlarına iki minik tekerlek vidalanmış dört tekerlekli dengeli bisikletler ve son olarak ilk denemede mutlaka düşülen iki tekerlekli bisikletlerimiz. Biz büyüdükçe boyları büyür, özellikleri artar...Zamanla daha az kullanılsa da içimizdeki bisiklet sevdası hiç bitmez. Çünkü, çocukluğumuzun ve özgürlüğümüzün simgesidir bisikletler.Kızlar genelde pembe, mor, çiçekli ve önünde uğur böcekli sepeti olan bisikletleri tercih eder. Bir de tabii direksiyonundan jan janlı kağıtlar sarkmalı... Erkekler maviden ve siyahtan şaşmaz. Varsa yoksa kaç vites olduğu...

Çocukluğumuzu hatırlatan bu bahar esintili yaz tadı veren günlerde iyi bir de partner bulup bisiklet turu yapmak istemez misiniz? Eğlenceli bir yolculuk hayal ediyorsanız partnerinizin de sıkıcı olmaması lazım. Korkusuz, soğuk kanlı,atılgan,meraklı ve becerikli olmalı. Böyle birini bulursanız bana da haber edin :)

Bisiklet turu tehlikeli ve bir o kadar da macera dolu bir aktivitedir.Tüm hazırlıklarınızın önceden her ayrıntısına kadar tamamlanmış olması gerekir. Yanınıza alacağınız her türlü şey yolculukta hayati önem taşır. Yara bandı, saç tokası bile çok önemlidir yani :) Türkiye'de saklı kalmış o kadar çok yer var ki günün birinde iyi bir de partner bulursam tabii bu macerayı gerçekleştirmek istiyorum. Bol çocuksu günler :)

4 Mayıs 2012

BİR VARMIŞŞ 2



Birinci hikayemiz şöyle bitmişti :Tam o sırada kapı çalmış ve bir gözü kırmızı yerli tam karşılarında duruyormuş...Nınını nııııııııııııııııııııınnnnnnnnn!!!

Yerli, zorla içeriye girip tombik kız ile Burcu'yu elindeki halatla sıkıca bağlamış.Çığlık atmalarına mahal vermemek için de ağızlarına yaprak kapatmış. Sıktığı bir ilaçla kızları bayıltıp çuvallara koyup aşağıya indirmiş. Yere kum serpip kumun üzerine yine garip şekiller yapmış. Bu garip şekiller onların anlaşma diliymiş. Bir anda İstanbul'un göbeğinde onlarca yerli belirmiş bir de helikopter. Tam o sırada askerden dönüp evine giden yeşil gözlü masum genç yoldan geçiyormuş. Yanlışlıkla gözlerini olayın olduğu yere çevirmiş.

Tombik kız, Burcu ve masum genç gözlerini nehrin kıyısında açmışlar. Yerliler kurban edilmek üzere tombik kıza aralarından bir kişiyi seçmesini ve kurbanı ay taşı gibi parlayan noktaya götürmesini istemişler. Tombik kız tabiki hiç tanımadığı yeşil gözlü masum genci bu noktaya götürmek istemiş. Gece boyunca nasıl götüreceğine dair planlar yapmış. Kandırmanın bir yolunu aramış.Ve sonunda yerlilerden bayıltıcı ilaçlarını aşırmış.Yeşil gözlü çocuğa hiç tereddüt etmeden sıkmış. O da nesi? Yeşil gözlü çocuk bayılmış ama gözleri ay gibi parlamaya başlamış ve etrafı aydınlatmış. Tam sırada etraftan garip fısıltılar duyulmuş ve yerliler bölgeyi terk etmişler. Bir anda yerin derinliklerinden oyuncak dükkanı belirmiş ve iyilik perisinin asası tabiki.

Aslında masum gencin gözlerinde iyilik perisinin asasında bulunan minerallerden varmış ve tüm büyüyü çözüp kötülükleri yerin dibine hapsetmiş.Burcu,tombik kız ve masum genç helikopterle yaşadıkları yere geri dönmüşler ve başlarından geçen bu macerayı yazmaya karar vermişler :)


Kahramanlar:
Tombik kız: Aylin ALAGÖZ
Burcu : Burcu BOZGEYİK
Yeşil gözlü masum genç : Adem AKGÜN
Büyücü Konrad : Gıcık olduğum bir kişi olabilir.

1 Mayıs 2012

BİR VARMIŞŞ




Bir yokmuş bir varmışşş saçlarını her gün lülü lülü yapan çilli, tombik kız yine varmışş. Bu seferki macerası pek bir afilliymiş. Bu kızın elleri ceplerinden hiç çıkmaz, kafasını kaldırıp da karşıya bakmazmış. Hayat akıp giderken o bir sürü şeyi kaçırırmış.Uçan uçurtmaları görmez, gökkuşağından bihaber yaşarmış. Bir gün esmer,uzun saçlı, güzel bir arkadaşı onu ziyarete gelmiş.Adı da Burcu'ymuş. Burcu'nun elinde gömülü bir oyuncak dükkanını gösteren bir harita varmış.Yıllar önce büyücü Konrad tarafından Dünya'da tek kalan oyuncaklar toplatılıp bir dükkana konmuş. Büyücü de yaptığı sihirle bu dükkanı yerin derinliklerine göndermiş.Oyuncak dükkanında iyilik perisinin asası da varmış. Bu yüzden yıllardır hep kötülük kazanıyormuş.Tombik kız ve Burcu bu asayı ve tek kalan oyuncakları kurtarmaya karar vermişler.

Tombik kız ve Burcu ellerindeki haritayı en ince ayrıntısına kadar incelemişler ve haritanın gösterdiği yere gitmek için yola koyulmuşlar. Önce uçakla Marsiva'ya gitmişler sonra da bir gemiyle Silone adasına ulaşmışlar.Bu adada çok garip insanlar varmış. Hepsinin tek gözü kırmızıymış. Adanın kuzeyinde bulunan ormanlarda on sekiz kilometre yürüdükten sonra yeşil akan ve timsahların hiç uyumadığı nehre ulaşacaklarmış. Ormandaki ağaçlar o kadar sıkmış ki neredeyse yürümek imkansızmış. Ellerindeki bıçaklarla ağaçların gövdesine dolanan sarmaşıkları keserek ilerlemişler. Ormanda çok garip hayvanlar ve bitkiler görmüşler. On sekiz kilometrelik  zorlu yolu tam beş saatte tamamlamışlar. Tamamladıklarında güneş batmış, hava kararmış yıldızlar göz kırpmaya başlamış. Uyku tulumlarını çıkarıp güvenli gördükleri bir ağacın gölgesinde nöbetleşe uyumaya başlamışlar.

Hava aydınlanmaya başlarken uzaktan bir ateş ve kafalarına beyaz kuş tüyleri takan bir grup yerli görünmüş. Bilinmedik bir dilde konuşarak Burcu ve tombik kızımızın etrafında toplanmışlar. Bir tanesi kılıcını çıkarıp tombik kızımızın lülü saçlarını bir saniyede yere indirmiş. Tehlikede olduklarını anlamışlar ama ne deseler boşmuş. Kimse onları anlamıyormuş. Haritayı göstermişler. Yerliler haritayı görünce iki adım gerilemişler.Toprağın üstüne garip şekiller çizip konuşmadan gitmişler. 

Ne olup bittiğini anlamayan tombik kız ve Burcu bir an önce haritadaki noktaya gitmeye karar vermişler. Nehrin tam ortasında bulunan bu noktaya gidecekler ve büyülü sözleri söyleyip oyuncak dükkanını istedikleri bir yere gönderebileceklermiş. Burcu tombik kızın beline kalın bir halat bağlayıp ay taşı gibi parlayacak olan noktayı bulmak için onu nehre göndermiş. Tombik kız hiç ses çıkarmadan, neredeyse hiç nefes bile almadan dikkatlice nehrin ortasına doğru ilerlemiş ve nihayet ay taşı gibi parlayan noktayı görmüş. Kalp atışları artmış, nefesi hızlanmış,elindeki haritayı alıp tam büyülü sözleri söyleyecekken.... Ne mi olmuş? Burcu gelip tombik kızı derin uykusundan uyandırmış. Her şeyin sadece bir rüya olduğunu anlayan tombik kızın suratı asılmış. Tam o sırada kapı çalmış ve bir gözü kırmızı yerli tam karşılarında duruyormuş...Nınını nııııııııııııııııııııınnnnnnnnn!!!

YEMEK LABORATUVARI



Kadın olmak zor zanaat. Günün büyük bir bölümü mutfakta geçer. Mutfağın efendisidir kadın. Her şey ondan sorulur. Buzdolabının hakimi, fırının kraliçesidir adeta. Elleriyle mucizeler yaratır öğünlere yetişmek için. Sabah kahvaltısı, öğle ve akşam yemeği. Bir de tabi beş çayları.Pratik zeka gerektirir yemekleri düşünüp yapmak ve lezzetini tutturmak.Bitmek tükenmek bilmeyen bu kısır döngü içinde her güne farklı bir yemek düşünür kadın, farklı bir tat olsun ister. Tıpkı hayattan aldığımız zevkin her gün başkalaştığı gibi. Kendini mutfakta yeniler.Kullandığı baharatlarla tıpkı bir kimyacının laboratuvarında çalıştığı gibi çalışır. Hiçbir şeyin ölçüsünü kaçırmadan. Ölçüyü kaçırınca bilir ki yemeğin lezzeti de kaçar.

Sanırım kökenimde bir İtalyanlık var. Yoksa makarnayı bu kadar çok sevemezdim dimi ama? Bugün laboratuvarımda el yapımı taze kekikli, biberli ve naneli makarna denedim ve gayet de başarılı oldu. Üç peynirli tortelliniden neyi eksik ki? Bir de peynir eklersek tamam olur herhalde. Yanına karpuz da kesince bu güneşli günde muhteşem bir öğle yemeği olur. Bir de şarap mı açsak yanına :)